İmoga Müzesi’nin kurucusu usta sanatçı ve eğitimci Süleyman Saim Tekcan’ın Tophane-i Amire’nin büyülü atmosferinde gerçekleşen sergisi Döngüsel Seyir, sanatçının farklı dönemlerine ait çalışmalarından bir seçkiyi kronolojik dayatmaların olmadığı bir bütünsellik içinde izleme olanağı sunuyor. Yapıtlarında popüler temaların üzerine eğilmek yerine belirgin bir üslup anlayışına bağlılık gösteren ve Anadolu’nun kültürel zenginliklerinden beslenen Tekcan ile bu toprakların geçmişinde eşsiz bir yolculuğa çıktık; Antik Çağ’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan olağanüstü bir söyleşi gerçekleştirdik.
İY: Sergide işlerinizi dönemlere ayrılmamış olarak tek bir düzlemde görmek, birbirleriyle olan ilişkilerini okuyabilmek çok değerli...
SST: Bu serginin ismi “Döngüsel Seyir”. Tanıdıklarım hep “bu bir retrospektif mi” diye soruyorlar; öyle değil. Seçkideki işler iki, hatta üç farklı döneme ait.
İY: Sergi, soyut-figüratif ilişkisi açısından da önemli doneler içeriyor...
SST: İnsanlar rahatlıkla bağ kurabilecekleri, doğaya baktıklarında algıladıkları ve “şuna benziyor” diyebildikleri bir motif gördüklerinde çok mutlu yaşıyorlar. Oysa sanatçı için o kadar uçsuz bucaksız bir dünya var ki. Bu dünyanın insanlara sanatçı aracılığıyla sunulabilmesi çok da kolay değil. Çünkü sanatçı sadece bir figüre bakan kişi değil; o figüre baktığında figürün parçalarını da özümseyen, her parçada başka bir resim bulan bir görüşe sahip. Öte yandan zihinlerimiz soyut kavramlara bile hemen bir tanımlama getirebiliyor; zamanında birileri o kavramları bir şeylere benzetmiş ve o anlamı yüklemiş, adlandırmış...
İY: Kültürel miras kavramı da biraz bunun üzerine kurulu; çok katmanlı imgeler ve onlara bugün yüklediğimiz anlamlarla yeniden yazılan geçmiş...
SST: Zaten sanatçı günümüzde yaşayan fakat hem eski kültürleri bilen, hem de geleceği keşfeden; ayaklarını bastığı toprakların kültürleri üzerinde yeni bir şey oluşturan biridir. Sanatçı, kendi olan insandır...
İY: Kültürel mirasa verdiğimiz değer ortada. Bu anlamda oldukça belleksiz bir toplumuz. Sanatçıya bir yandan bu noktada da önemli bir görev düşüyor...
SST: Maalesef Türkiye’nin belleği yok. O derece yok ki, on beş, yirmi değişik uygarlığın geçtiği topraklarda yaşıyoruz ama hiçbirinin müzesi yok. Örneğin dünyada en çok Bizans eserinin olduğu yer Türkiye; ama bir Bizans müzemiz yok. Meksika’da Aztek ve İnkalar’a dair devasa bir antropoloji müzesini gezmiştim. Yedi adet giriş kapısının her birinin önünde iki bin kişi kuyruk bekliyordu. Anadolu topraklarındaki uygarlıkların da müzeleri olsa, dünyanın her yerinden gelen ve kuyruk olan insanlar görürdük. Çünkü ürünü bol olan ama onu pazarlamayı bilmeyen bir ülkeyiz. Hatırlarsanız Londra’da bin yıllık Türk sanatıyla ilgili bir sergi açılmıştı. O sergideki eserlerin yüzde doksan sekizi oraya Türkiye’deki İslam Eserleri Müzesi’nden, Topkapı Sarayı’ndan gitmişti. O sergi hala kırılamayan bir dünya rekorunun sahibi. Orada bu başarılabiliyorsa, biz kendi ürünlerimizi Türkiye’de pazarlayamıyoruz ve izleyicileri buraya çekemiyoruz demektir.
İY: Örgün eğitim müfredatında Anadolu uygarlıklarının yeterince anlatılmamasının da bunda etkisi olduğunu düşünüyorum...
SST: Atatürk’ün kurduğu o güzel Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’deki kültürün ve düşüncenin geliştirilmesine yönelik olarak Gazi Terbiye kuruldu. Sonra yönetime destek olması için Mülkiye ve Türkiye korunsun diye Harbiye kuruldu. Bugün bu üç kurum da artık yok... İyi bir nesil yetiştirmek istiyorsanız eğitim, yönetim ve o ülkeyi korumak çok önemli. Ortaçağ’ın Skolastik Avrupası’nda düşünce hapsedildi; ancak sonra Rönesans oldu. Onu da sanatçılar ve düşünürler yaptı. Eğer siz bir ülkede sanatçı ve düşünür yetiştirmezseniz, o ülkenin bir geleceği olmayacaktır.
İY: Kalıcılığı da...
SST: Dünyadan geçip giderken eser bırakmamış olan toplumları zaten bilmiyoruz. Sadece eser bırakanları tanıyoruz. Ve bu topraklardaki kültürlerin hepsi bizim kültürlerimiz. Nereden geldiğimizin, ne olduğumuzun hiçbir önemi yok; önemli olan yaşadığımız topraklarda ne gördüğümüz, ne özümsediğimiz.
İY: Anadolu’da birçok köy evinin içinde, duvarında veya bahçesinde, antik kentlerin yeni işlevler için kullanılmış kalıntılarına rastlamak mümkün. Geçmişle böyle organik bir bağımız, bilincinde olmadan içinde yaşadığımız bir tür tarih anlayışımız var aslında...
SST: Bu anlattıklarınız harika şeyler; ama bence şöyle bir boyutu daha var. Bir heykel kireç kuyusuna atılmasa, bir sütun başlığı köy evinin duvarında kaybolup gitmese de bir müzeye girse. Müzeler çok önemli. “Türkiye açık hava müzeleriyle dolu” diye övünürüz hep; oysa müze öyle bir şey değil. Müze korunan, tanıtılan, üzerinde düşünülen, yazılar yazılan, felsefesi anlatılan bir şey.
İY: Peki kültürel mirasla ilişkisi açısından sanatınızda çokça yer verdiğiniz atlar nasıl bir yerde duruyor?
SST: O atlar olmasaydı Anadolu’ya Orta Asya’dan geldiğini düşünen bizler, gelemeyecektik. İmparatorluklar kuran o büyük isimlerin hiçbir önemi olmayacaktı. O imparatorlukları atlarla kurdular ama sonra onları unuttular. Bu yolda insanlar kadar hak sahibiler ve dünyadaki en güzel yaratıklar. Düşünen, karakteri, gücü ve ismi olan, en az insan kadar güzel böyle bir yaratığın resimlerini yapmaktan büyük keyif alıyorum.
İY: İzleyicilerin tepkileri nasıl oldu?
SST: Sergiye çok sayıda yabancı geldi ve hemen hepsi böyle bir serginin dünyanın başka yerlerine de gitmesi gerektiğini söyledi. Sergiyi toplamda beş bin kişi ziyaret etmiş olsa, bu beş bin kişi Türkiye’de sanatın oturması gereken yeri, atmosferi yaratamaz. Kurduğum müzeyi elli bin kişi geziyor; Türkiye için çok büyük sayı diyorlar. Oysa beş milyon kişinin gezmesi gerekir. Bir anlamda sanatı da hapsetmiş oluyoruz; sergilerimiz sanatçıların kendi yakınlarının katıldığı etkinlikler haline geliyorlar. Çünkü Türkiye’de eserlerimizi alacak, dünyaya tanıtacak bir müzemiz yok. Bu nedenle ürettiğimiz eserlerle birlikte yaşıyoruz ve yine onlarla birlikte ölüyoruz.
İY: Toplumda sanata dair çok elitist bir algı var... Bu algıyı nasıl kıracağız?
SST: Eğitimle. İnsanımızın yalnızca bir kısmını yetiştirmekle olmuyor... Bugün dünyayı yönetenler işlerini kolaylaştırmak için standart, tektipleştirilmiş insan istiyorlar. Oysa görme, düşünceyi özgür bıraktığınızda başlıyor.
İY: Eğitime verdiğiniz önemin, Anadolu’da eğitim seferberliğinin yaşandığı bir dönemin çocuğu olmanızla da ilgisi olmalı... Köy Enstitüleri, Halkevleri...
SST: Ben bunların hepsini yaşadım ve hala çok önemli olduğunu düşünüyorum. Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri’nin projesini ben hazırladım ve kurucularının başında geliyorum. Fakat onlar da dönüştü; dil eğitimi kaldırıldı ve bu okullar uluslararası platform niteliğini kaybetti. Bu beni çok üzüyor...
İY: Fazla düşünen, eğitimli insan mutlu olabiliyor mu sizce?
SST: Mutluluk kültürle ilgili; zenginlik de öyle. Para insanları zenginleştirmiyor; etrafta çok parası olan ve yaşamları aynı derecede fakir olan öyle çok insan var ki. O kültür içinde yaşadıklarınızın değerini anlayamıyor ve onu kullanamıyorsanız fakirsiniz demektir. Zenginler müze yapmazken ben fakir bir adam olarak müze yapıyorum. Çünkü bu Cumhuriyet, bu devlet bizi yatılı okullarda okuttu; bu sayede kariyer yaptık. Bu müzeyi kurarak bu ülkeye olan borcumu ödüyorum. Bu arada Ömer Koç’un yeni müze girişimine de büyük saygı duyuyorum. Onun bu ülke için yaptığını birçok kişinin daha yapması gerekiyor.
İY: İmoga Müzesi’nin çevresinde aynı zamanda çok güzel bir sanatçı birliği, bir nevi yoldaşlık oluşmuş...
SST: Sanatçıya ortam hazırlamak ve imkan sağlamak gerekiyor. Aralarında yabancıların da olduğu iki yüz, iki yüz elli sanatçı bir atölyede birlikte çalışıp iş üretmiş. Aralarında hiçbir parasal bir alış-veriş olmamış; fakat her biri eser bırakmış ve bu eserlerden bir müze kurulmuş. İmece böyle bir şey.
İY: Müzenin kendi yakın çevresine etkileri de büyük olmuş sanırım...
SST: Müzeyi on dört yıl önce Ünalan Mahallesi’nde açtık. Müzenin caddesinde kurulan bir pazar vardı; müze faaliyete geçince belediye pazarı biraz daha ileriye taşıdı. Her sabah camlarımızın hepsini kırılmış halde buluyorduk. Bu üç yıl boyunca böyle devam etti. Sonra öğrendik ki, kıranlar mahallenin çocuklarıymış. Müzeyi bir tehdit olarak görmüşler. Oradaki tüm okullara yazı yazdım ve öğrencilerini müzeye davet ettim. Çocuklara anne, babalarını da getirmelerini söyledik. Zaman içinde camlarımız kırılmaz oldu; hatta aynı çocuklar o binayı koruyup kollamaya, bize sahip çıkmaya başladılar.
İY: Sizin gibi bir eğitimciyi bulmuşken günümüzde genç sanatçıların durumuna da değinmek istiyorum. Çağdaş sanat ortamında sürekli “gençlik” vurgusu yapılıyor; çok hızlı bir tüketim ve tek sergilik sanatçıya dayalı bir anlayış yükselişe geçti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
SST: Sanatçı olarak bir dönemde parlamak ve sadece o günün içinde var olmak yeterli değil. Sanat sonsuz ve bir ömrü tüketecek bir şey. Leonardo ölüm döşeğinde “tam sanat yapmayı öğrendim ki şimdi ölüyorum” demiş. Bir de yaşadığımız ortamda sanatı sürdürebilmek çok zor; imkan ve sabır gerektiriyor. Bu anlamda kendimi şanslı sayıyorum.
İY: Geçmişe dönüp baktığınızda sanatınız adına “keşke yapsaydım” dediğiniz bir projeniz ya da farklı yapmış olmayı dilediğiniz bir şey var mı?
SST: Ben keşke demiyorum. Bir resmi bitirdiğimde benim için bitmiş oluyor ve ondan sonra yapacağım resim ya da heykeli düşünmeye çoktan başlamış oluyorum. Çünkü benim için hiçbir zaman bitmeyen bir macera var ve onu ömrüm el verdiğince sürdüreceğim.
İY: Sergide işlerinizi dönemlere ayrılmamış olarak tek bir düzlemde görmek, birbirleriyle olan ilişkilerini okuyabilmek çok değerli...
SST: Bu serginin ismi “Döngüsel Seyir”. Tanıdıklarım hep “bu bir retrospektif mi” diye soruyorlar; öyle değil. Seçkideki işler iki, hatta üç farklı döneme ait.
İY: Sergi, soyut-figüratif ilişkisi açısından da önemli doneler içeriyor...
SST: İnsanlar rahatlıkla bağ kurabilecekleri, doğaya baktıklarında algıladıkları ve “şuna benziyor” diyebildikleri bir motif gördüklerinde çok mutlu yaşıyorlar. Oysa sanatçı için o kadar uçsuz bucaksız bir dünya var ki. Bu dünyanın insanlara sanatçı aracılığıyla sunulabilmesi çok da kolay değil. Çünkü sanatçı sadece bir figüre bakan kişi değil; o figüre baktığında figürün parçalarını da özümseyen, her parçada başka bir resim bulan bir görüşe sahip. Öte yandan zihinlerimiz soyut kavramlara bile hemen bir tanımlama getirebiliyor; zamanında birileri o kavramları bir şeylere benzetmiş ve o anlamı yüklemiş, adlandırmış...
İY: Kültürel miras kavramı da biraz bunun üzerine kurulu; çok katmanlı imgeler ve onlara bugün yüklediğimiz anlamlarla yeniden yazılan geçmiş...
SST: Zaten sanatçı günümüzde yaşayan fakat hem eski kültürleri bilen, hem de geleceği keşfeden; ayaklarını bastığı toprakların kültürleri üzerinde yeni bir şey oluşturan biridir. Sanatçı, kendi olan insandır...
İY: Kültürel mirasa verdiğimiz değer ortada. Bu anlamda oldukça belleksiz bir toplumuz. Sanatçıya bir yandan bu noktada da önemli bir görev düşüyor...
SST: Maalesef Türkiye’nin belleği yok. O derece yok ki, on beş, yirmi değişik uygarlığın geçtiği topraklarda yaşıyoruz ama hiçbirinin müzesi yok. Örneğin dünyada en çok Bizans eserinin olduğu yer Türkiye; ama bir Bizans müzemiz yok. Meksika’da Aztek ve İnkalar’a dair devasa bir antropoloji müzesini gezmiştim. Yedi adet giriş kapısının her birinin önünde iki bin kişi kuyruk bekliyordu. Anadolu topraklarındaki uygarlıkların da müzeleri olsa, dünyanın her yerinden gelen ve kuyruk olan insanlar görürdük. Çünkü ürünü bol olan ama onu pazarlamayı bilmeyen bir ülkeyiz. Hatırlarsanız Londra’da bin yıllık Türk sanatıyla ilgili bir sergi açılmıştı. O sergideki eserlerin yüzde doksan sekizi oraya Türkiye’deki İslam Eserleri Müzesi’nden, Topkapı Sarayı’ndan gitmişti. O sergi hala kırılamayan bir dünya rekorunun sahibi. Orada bu başarılabiliyorsa, biz kendi ürünlerimizi Türkiye’de pazarlayamıyoruz ve izleyicileri buraya çekemiyoruz demektir.
İY: Örgün eğitim müfredatında Anadolu uygarlıklarının yeterince anlatılmamasının da bunda etkisi olduğunu düşünüyorum...
SST: Atatürk’ün kurduğu o güzel Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’deki kültürün ve düşüncenin geliştirilmesine yönelik olarak Gazi Terbiye kuruldu. Sonra yönetime destek olması için Mülkiye ve Türkiye korunsun diye Harbiye kuruldu. Bugün bu üç kurum da artık yok... İyi bir nesil yetiştirmek istiyorsanız eğitim, yönetim ve o ülkeyi korumak çok önemli. Ortaçağ’ın Skolastik Avrupası’nda düşünce hapsedildi; ancak sonra Rönesans oldu. Onu da sanatçılar ve düşünürler yaptı. Eğer siz bir ülkede sanatçı ve düşünür yetiştirmezseniz, o ülkenin bir geleceği olmayacaktır.
İY: Kalıcılığı da...
SST: Dünyadan geçip giderken eser bırakmamış olan toplumları zaten bilmiyoruz. Sadece eser bırakanları tanıyoruz. Ve bu topraklardaki kültürlerin hepsi bizim kültürlerimiz. Nereden geldiğimizin, ne olduğumuzun hiçbir önemi yok; önemli olan yaşadığımız topraklarda ne gördüğümüz, ne özümsediğimiz.
İY: Anadolu’da birçok köy evinin içinde, duvarında veya bahçesinde, antik kentlerin yeni işlevler için kullanılmış kalıntılarına rastlamak mümkün. Geçmişle böyle organik bir bağımız, bilincinde olmadan içinde yaşadığımız bir tür tarih anlayışımız var aslında...
SST: Bu anlattıklarınız harika şeyler; ama bence şöyle bir boyutu daha var. Bir heykel kireç kuyusuna atılmasa, bir sütun başlığı köy evinin duvarında kaybolup gitmese de bir müzeye girse. Müzeler çok önemli. “Türkiye açık hava müzeleriyle dolu” diye övünürüz hep; oysa müze öyle bir şey değil. Müze korunan, tanıtılan, üzerinde düşünülen, yazılar yazılan, felsefesi anlatılan bir şey.
İY: Peki kültürel mirasla ilişkisi açısından sanatınızda çokça yer verdiğiniz atlar nasıl bir yerde duruyor?
SST: O atlar olmasaydı Anadolu’ya Orta Asya’dan geldiğini düşünen bizler, gelemeyecektik. İmparatorluklar kuran o büyük isimlerin hiçbir önemi olmayacaktı. O imparatorlukları atlarla kurdular ama sonra onları unuttular. Bu yolda insanlar kadar hak sahibiler ve dünyadaki en güzel yaratıklar. Düşünen, karakteri, gücü ve ismi olan, en az insan kadar güzel böyle bir yaratığın resimlerini yapmaktan büyük keyif alıyorum.
İY: İzleyicilerin tepkileri nasıl oldu?
SST: Sergiye çok sayıda yabancı geldi ve hemen hepsi böyle bir serginin dünyanın başka yerlerine de gitmesi gerektiğini söyledi. Sergiyi toplamda beş bin kişi ziyaret etmiş olsa, bu beş bin kişi Türkiye’de sanatın oturması gereken yeri, atmosferi yaratamaz. Kurduğum müzeyi elli bin kişi geziyor; Türkiye için çok büyük sayı diyorlar. Oysa beş milyon kişinin gezmesi gerekir. Bir anlamda sanatı da hapsetmiş oluyoruz; sergilerimiz sanatçıların kendi yakınlarının katıldığı etkinlikler haline geliyorlar. Çünkü Türkiye’de eserlerimizi alacak, dünyaya tanıtacak bir müzemiz yok. Bu nedenle ürettiğimiz eserlerle birlikte yaşıyoruz ve yine onlarla birlikte ölüyoruz.
İY: Toplumda sanata dair çok elitist bir algı var... Bu algıyı nasıl kıracağız?
SST: Eğitimle. İnsanımızın yalnızca bir kısmını yetiştirmekle olmuyor... Bugün dünyayı yönetenler işlerini kolaylaştırmak için standart, tektipleştirilmiş insan istiyorlar. Oysa görme, düşünceyi özgür bıraktığınızda başlıyor.
İY: Eğitime verdiğiniz önemin, Anadolu’da eğitim seferberliğinin yaşandığı bir dönemin çocuğu olmanızla da ilgisi olmalı... Köy Enstitüleri, Halkevleri...
SST: Ben bunların hepsini yaşadım ve hala çok önemli olduğunu düşünüyorum. Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri’nin projesini ben hazırladım ve kurucularının başında geliyorum. Fakat onlar da dönüştü; dil eğitimi kaldırıldı ve bu okullar uluslararası platform niteliğini kaybetti. Bu beni çok üzüyor...
İY: Fazla düşünen, eğitimli insan mutlu olabiliyor mu sizce?
SST: Mutluluk kültürle ilgili; zenginlik de öyle. Para insanları zenginleştirmiyor; etrafta çok parası olan ve yaşamları aynı derecede fakir olan öyle çok insan var ki. O kültür içinde yaşadıklarınızın değerini anlayamıyor ve onu kullanamıyorsanız fakirsiniz demektir. Zenginler müze yapmazken ben fakir bir adam olarak müze yapıyorum. Çünkü bu Cumhuriyet, bu devlet bizi yatılı okullarda okuttu; bu sayede kariyer yaptık. Bu müzeyi kurarak bu ülkeye olan borcumu ödüyorum. Bu arada Ömer Koç’un yeni müze girişimine de büyük saygı duyuyorum. Onun bu ülke için yaptığını birçok kişinin daha yapması gerekiyor.
İY: İmoga Müzesi’nin çevresinde aynı zamanda çok güzel bir sanatçı birliği, bir nevi yoldaşlık oluşmuş...
SST: Sanatçıya ortam hazırlamak ve imkan sağlamak gerekiyor. Aralarında yabancıların da olduğu iki yüz, iki yüz elli sanatçı bir atölyede birlikte çalışıp iş üretmiş. Aralarında hiçbir parasal bir alış-veriş olmamış; fakat her biri eser bırakmış ve bu eserlerden bir müze kurulmuş. İmece böyle bir şey.
İY: Müzenin kendi yakın çevresine etkileri de büyük olmuş sanırım...
SST: Müzeyi on dört yıl önce Ünalan Mahallesi’nde açtık. Müzenin caddesinde kurulan bir pazar vardı; müze faaliyete geçince belediye pazarı biraz daha ileriye taşıdı. Her sabah camlarımızın hepsini kırılmış halde buluyorduk. Bu üç yıl boyunca böyle devam etti. Sonra öğrendik ki, kıranlar mahallenin çocuklarıymış. Müzeyi bir tehdit olarak görmüşler. Oradaki tüm okullara yazı yazdım ve öğrencilerini müzeye davet ettim. Çocuklara anne, babalarını da getirmelerini söyledik. Zaman içinde camlarımız kırılmaz oldu; hatta aynı çocuklar o binayı koruyup kollamaya, bize sahip çıkmaya başladılar.
İY: Sizin gibi bir eğitimciyi bulmuşken günümüzde genç sanatçıların durumuna da değinmek istiyorum. Çağdaş sanat ortamında sürekli “gençlik” vurgusu yapılıyor; çok hızlı bir tüketim ve tek sergilik sanatçıya dayalı bir anlayış yükselişe geçti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
SST: Sanatçı olarak bir dönemde parlamak ve sadece o günün içinde var olmak yeterli değil. Sanat sonsuz ve bir ömrü tüketecek bir şey. Leonardo ölüm döşeğinde “tam sanat yapmayı öğrendim ki şimdi ölüyorum” demiş. Bir de yaşadığımız ortamda sanatı sürdürebilmek çok zor; imkan ve sabır gerektiriyor. Bu anlamda kendimi şanslı sayıyorum.
İY: Geçmişe dönüp baktığınızda sanatınız adına “keşke yapsaydım” dediğiniz bir projeniz ya da farklı yapmış olmayı dilediğiniz bir şey var mı?
SST: Ben keşke demiyorum. Bir resmi bitirdiğimde benim için bitmiş oluyor ve ondan sonra yapacağım resim ya da heykeli düşünmeye çoktan başlamış oluyorum. Çünkü benim için hiçbir zaman bitmeyen bir macera var ve onu ömrüm el verdiğince sürdüreceğim.