Stephen Chambers ile Birleşik Krallık, Sandalye ve Diğer Şeyler
21 Nisan 2018, İstanbul
İstanbullu sanatseverler ressam Stephen Chambers’ın kişiliği gibi özgün, eğlenceli ve bir o denli hicivli sanatıyla 2014 yılında Pera Müzesi’nin gerçekleştirdiği sergi “Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler” sayesinde tanıştı. O günlerden bu yana dünya hızla değişti; Birleşik Krallık Avrupa Birliği’ne “hayır” dedi. Savaşlar ve göçler demografik verileri alt üst etti. Resimlerinde tüm bu konulara incelikli göndermeler yapan Chambers ile, geçtiğimiz günlerde İstanbul’a yaptığı kısa ziyaret sırasında renkli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İY: İstanbul’a geliş nedeninizi öğrenebilir miyiz?
SC: Dört yıl önce Pera Müzesi’nde bir sergi yaptım ve o sıralarda Baha (Toygar) ile tanıştım. Serginin merkezi, belki de dünyada bugüne kadar yapılmış en büyük baskı işlerinden biri olan devasa bir yapıttı; Baha altı edisyonluk bu işin beşinci edisyonunu koleksiyonuna kattı. O süreç içinde arkadaş olduk; ben de işi Baha’nın evinde, çerçevelenmiş ve yerleştirilmiş olarak ilk kez göreceğim.
İY: “Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler” sergisi bu Büyük Ülke adlı işin çevresinde biçimleniyordu, öyle değil mi?
SC: Evet. İş oldukça fazla sergilendi; aslında Londra’da Kraliyet Akademisi’ndeki bir sergi için yapılmıştı.
İY: Sonra da 2017’de, Venedik Bienali’nin yan etkinliği olan o büyük sergiyi yaptınız...
SC: Geçtiğimiz yıl Mayıs’tan Kasım’a kadar devam eden büyük bir olaydı. Şu anda Mayıs’ın sonuna kadar Cambridge’de sergileniyor. Her ikisi de sıra sıra portre görmeye alışık olan kentler. Venedik’in her yerinde kentin yöneticilerinin, Cambridge’de ise geçmişi yüzyıllara dayanan kolej üstatlarının portrelerini görebilirsiniz. Bu sergi de Redonda Sarayı’na mensup yüz bir hayali karakterin portrelerinden oluşuyor...
İY: Kısmen hayale ama kısmen de gerçeğe dayalı. İşlerinizin bu yönünü çok seviyorum... Yaşamın kendisi gibi; ikisini aynı düzlemde eritiyorsunuz...
SC: Bu gerçekten de ilginç; çünkü insanlar Redonda ile ilgili bilgileri okuduklarında, ilk tepkileri genellikle oldukça gülünç veya kaygısız olduğu yönünde oluyor. Oysa beni esas meraklandıran bunun diğer tarafı: bugün içinde yaşadığımız dünyaya, göçlere ve çokkültürlülüğe verdiği referanslar. Tüm dünyanın uğrak noktası olan, çok fazla çeşitlilik içeren bir kentten geliyorum. Farklı insanlara onu yönetme yetkisi verilirse bir toplumun nasıl olacağına dair bir yorum yapmak istedim...
İY: “Ya... olsa” tadında çıkış noktalarınız epey fazla...
SC: İşlerimi sık sık tamamlanmamış anlatıların başlangıcı olan “ateşleme noktaları” olarak tanımlıyorum. İnsanlara sonunda ne olduğunu çok nadiren söylüyorum. Hikayenin sonunu kendilerinin getirmesini istiyorum.
İY: Aslında bir öykücüsünüz...
SC: Sanırım öyleyim. Eskiden günümüzde oldukça olumsuz anlamda kullanılan “anlatı” sözcüğünden kaçınmaya çalışırdım. Oysa ben buyum! Konuşmalarımı anekdotlarla süslediğimin farkındayım ve sanırım bu yalnızca beynim bu şekilde çalıştığından, neredeyse anlatacaklarım için bir sahne kurgulamak istediğimden ötürü böyle. Sürekli tiyatroya giderim, sinemaya gittiğimden daha çok. Sinemayı da severim; ancak tiyatrodaki o bir karelik alanda yapılan doğaçlamalara hayranım; o sınırlı olanaklar içinde yapabileceğinizin en iyisini yapmanız gerekiyor.
İY: Bazı tiyatro sahneleri de tasarlamışsınız...
SC: Birkaç yıl önce Covent Garden Kraliyet Operası ile çalışmıştım. Kraliyet Balesi için üç farklı sahne tasarımı yaptım...
İY: Kompozisyonlarınız da birer tiyatro sahnesini andırıyor zaten...
SC: Berlin’den bir yazar da söyledi bunu! Sanırım oldukça doğru.
İY: Sanatınızın çeşitli öyküleme geleneklerinden beslendiğini söylemek mümkün mü? Bir yandan hiyeroglifler, bir yandan çizgi romanlar... Hatta Boccaccio’nun Decameron’u ya da Chauser’ın Canterbury Masalları...
SC: Hepimiz gibi ben de deneyimlerimin bir yansımasıyım. Sanırım başkalarının fikirleriyle oyun oynamayı seviyorum ve iyi bir fikri duyduğumda onu çabucak fark ediyorum. Örneğin Redonda Sarayı tanıdık olmayan, Javíer Marias adlı İspanyol bir yazarla olan bir işbirliğimdi. Aslında yüz yüze hiç tanışmadık; eski usul mektuplaşmalarımız oldu...
İY: Yapıtlarınızda aynı zamanda hicivsel bir tutum söz konusu... Hiç de o kadar “masum” değiller bence...
SC: Bence hiç değiller. Birçok konuda fazla duyarlıyım ama bir yandan da bir tür “İngiliz kibarlığı” taşıyorum ve belki de bunun sonucu olarak oldukça ağır bir meseleyi mizahi bir biçimde ifade edebiliyorum. Bunun İngiltere’nin geçmişi 17., 18. yüzyıla dayanan satir geleneğiyle de ilgisi olabilir...
İY: Göç, savaş ve toplumsal sorunlar gibi bazı çok ağır ve güncel konulara değiniyorsunuz...
SC: Giderek sabırsız ve birçok yönden daha politik birine dönüştüm. Şu sıralar İngiltere, Brexit oylaması nedeniyle oldukça karışık ve bölünmüş bir ülke. Bana göre bu, pervasız siyasi fırsatçılığın bir sonucu.
İY: Peki ya baskı resim? Ressam olduğunuz halde, baskı resim sanatınızın büyük bir bölümünü oluşturuyor gibi görünüyor...
SC: Haklısınız. Öğrenciyken hiç baskı resim yapmadım. Buna oldukça geç başladım ama düşünme biçimimin önemli bir bölümüne dönüştü. Boyut meselesi ve diğer şeyler...
İY: Çağdaş sanat için “boyut önemli”...
SC: Aslında Pera Müzesi’ndeki işin çağdaş baskı sanatına dair hayal kırıklığımla çok büyük ilgisi var; baskı sanatçıları genellikle bir tür değersizlik ya da sınırlılık algısıyla sunuluyorlar. Bu işi gerek ölçek, gerek süreç bağlamında baskı sanatçılarının dünyasını yetkilendirmek için yaptım.
İY: Dijital edisyonun günümüzdeki egemenliğini düşününce bu değersizlik ne kadar da ironik...
SC: Sonucu ilginç olduğu sürece hangi sürecin kullanıldığını önemsemiyorum. Örneğin resimlerimi hep tek başıma yapıyorum ama baskı işlerimde bana karmaşa koridorlarında rehberlik eden çok iyi baskı uzmanlarından destek alıyorum...
İY: El işçiliğiyle nasıl bir ilişkiniz var?
SC: Tam bir ağır işçiyim. Resimlerimin yapılış süreçleri fevkalade zahmetli.
İY: Peki ya desenleriniz, baskı ve resimlerinizle nasıl bir bağ kuruyor?
SC: Bazı anlarda sadece imge üretiyorum. Birer düşünme yöntemi ve fikri kağıda dökme biçimi olarak, oldukça serbest şekilde başlıyorlar. Şu sıralar on yıl önce yaptığım bazı desenlere dayalı büyük resimler üzerinde çalışıyorum. Onları bir nevi yeniden ziyaret ediyorum...
İY: Öyleyse sanat pratiğinize “evreler” halinde yaklaşmadığınızı varsayıyorum...
SC: Az önce söylediklerime dayanarak bu iyi bir yorum; ancak bazı açılardan evrelerimin olduğunu ve son birkaç yıldır yaptığım işlerin kesinlikle farklılaştığını düşünüyorum. Birbirinden bağımsız bir dizi resim yapmak yerine, fikirler ve yapıt grupları ile çalışmaya başladım örneğin. Hayatımı daha da zorlaştırmak için de o yapıtları Redonda Sarayı’nda olduğu gibi bir arada tutmayı ve tek bir yapıtmış gibi sergilemeyi tercih ediyorum.
İY: O işi ne kadar sürede bitirdiniz?
SC: Yaklaşık on dört ayda. İşte bir klinik cinnet anı daha...
İY: Zaman içinde estetik öğelerde bir değişim olduğunu da fark ediyorum. Daha önceki figürleriniz temiz ve detaylıyken şimdikiler bana çok daha arkaik geliyor...
SC: Bu da büyük olasılıkla doğru bir saptama, üzerinde oyunlar oynadığım konulardan biri. Figürler belirsiz bir geçmişi mesken tutuyor. Eğer bugün onları açıkça güncel yaparsam, yarın demode olacaklar. Bana göre güncel sanatın geçmişle, edebiyat ya da sinemaya göre çok daha zor bir ilişkisi var.
İY: Güncel yapıtlar çok hızlıca ve vahşice tüketiliyor...
SC: Yapıtı görme, yapıtla olma deneyimini yavaşlatmaktan hoşlanıyorum. Ancak etki uyandırmaya da karşı değilim; mesela Büyük Ülke işinde tüm imgenin içinde gezinen, dantel benzeri bir motif var. Ben bunu neredeyse izleyiciyi yakalayan bir tür örümcek ağı olarak görüyorum.
İY: Renk paletiniz ve ayçiçeği gibi nesne seçimleriniz aracılığıyla bazı sanat tarihsel anlara ve ustalara da göz kırptığınızı söyleyebilir miyiz?
SC: Neredeyse içinde yüz tane resim barındırdığı duygusu veren birçok büyük resim yaptım. Bu duygunun bir kısmı nesne gruplarından kaynaklanıyor; akademik eğitimde en temel sanat formu olan natürmortun tanınması. Sonucu ilginç hale getiren ise yapan kişinin özgünlüğü. Dehşet verici bir şeyi betimleme derdinde değilim; tam tersine yüzyıllardır ortalıkta olan imgelerle oynuyorum ve onları şaşmaz şekilde benim yapmaya çalışıyorum.
İY: Sandalyelerle derdiniz ne? Ya da anahtar delikleri?
SC: Sandalyelerin insanlar gibi kolları, bacakları ve belleri var. Sıradanlar, eve aitler ve bir nevi şemsiyeler gibi, binlerce yıl önce geliştirilmişler ve çok az iyileştirilmişler. Öte yandan anahtar deliği yıllardır üzerinde oynadığım bir motif. Bence her çocuğun oynadığı bir oyun. Anahtar deliğinden bakan genellikle bakmaması gereken bir şeye bakıyordur. Atölyemde çalıştığım zamanlarda günün sonunda kapıyı kilitliyorum ve anahtar deliğinden o gün ne yaptığıma bakıyorum. Gördüğüm tek şey ne yapmış olduğum; diğer her şey çerçevenin dışında kalıyor.
İY: Peki William Blake?
SC: Gerçekten de bir nevi hasta olarak görülüyormuş. Onun gibi hiçbir yere ait olmayan, kuşku ile yaklaşılan insanlarla ilgileniyorum. Aslında yıkıcı ve çok da yerinde olan olağanüstü şeyler yapmış. Doğası gereği aykırı. Bir ruh ikizi. Ve günümüz standartlarına göre akıl hastası.
İY: Ve yalnız?
SC: Yavaş üreten ve el imzasına bağımlı bir sanatçıysanız, yetişkinlik hayatınızın büyük bölümünü hücre hapsinde geçirirsiniz...
İY: Sizce bu sağaltıcı mı?
SC: Usancı yatıştırmanın bir yolu sanırım ve farklı katarsis düzeyleri barındırıyor; odadan ayrılmadan evden kaçmak gibi. Birçok farklı yolculuk düzlemi ile aynı anda ilgileniyorum.
İY: Bir sonraki adımınız?
SC: Venedik’teki sergi küçük resimlerden oluşuyordu. Kendimi tekrar etmekten çok korkarım. O nedenle şimdilerde güncel politik anlarına dayalı, büyük ebatlı resimler üzerinde çalışıyorum.
21 Nisan 2018, İstanbul
İstanbullu sanatseverler ressam Stephen Chambers’ın kişiliği gibi özgün, eğlenceli ve bir o denli hicivli sanatıyla 2014 yılında Pera Müzesi’nin gerçekleştirdiği sergi “Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler” sayesinde tanıştı. O günlerden bu yana dünya hızla değişti; Birleşik Krallık Avrupa Birliği’ne “hayır” dedi. Savaşlar ve göçler demografik verileri alt üst etti. Resimlerinde tüm bu konulara incelikli göndermeler yapan Chambers ile, geçtiğimiz günlerde İstanbul’a yaptığı kısa ziyaret sırasında renkli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İY: İstanbul’a geliş nedeninizi öğrenebilir miyiz?
SC: Dört yıl önce Pera Müzesi’nde bir sergi yaptım ve o sıralarda Baha (Toygar) ile tanıştım. Serginin merkezi, belki de dünyada bugüne kadar yapılmış en büyük baskı işlerinden biri olan devasa bir yapıttı; Baha altı edisyonluk bu işin beşinci edisyonunu koleksiyonuna kattı. O süreç içinde arkadaş olduk; ben de işi Baha’nın evinde, çerçevelenmiş ve yerleştirilmiş olarak ilk kez göreceğim.
İY: “Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler” sergisi bu Büyük Ülke adlı işin çevresinde biçimleniyordu, öyle değil mi?
SC: Evet. İş oldukça fazla sergilendi; aslında Londra’da Kraliyet Akademisi’ndeki bir sergi için yapılmıştı.
İY: Sonra da 2017’de, Venedik Bienali’nin yan etkinliği olan o büyük sergiyi yaptınız...
SC: Geçtiğimiz yıl Mayıs’tan Kasım’a kadar devam eden büyük bir olaydı. Şu anda Mayıs’ın sonuna kadar Cambridge’de sergileniyor. Her ikisi de sıra sıra portre görmeye alışık olan kentler. Venedik’in her yerinde kentin yöneticilerinin, Cambridge’de ise geçmişi yüzyıllara dayanan kolej üstatlarının portrelerini görebilirsiniz. Bu sergi de Redonda Sarayı’na mensup yüz bir hayali karakterin portrelerinden oluşuyor...
İY: Kısmen hayale ama kısmen de gerçeğe dayalı. İşlerinizin bu yönünü çok seviyorum... Yaşamın kendisi gibi; ikisini aynı düzlemde eritiyorsunuz...
SC: Bu gerçekten de ilginç; çünkü insanlar Redonda ile ilgili bilgileri okuduklarında, ilk tepkileri genellikle oldukça gülünç veya kaygısız olduğu yönünde oluyor. Oysa beni esas meraklandıran bunun diğer tarafı: bugün içinde yaşadığımız dünyaya, göçlere ve çokkültürlülüğe verdiği referanslar. Tüm dünyanın uğrak noktası olan, çok fazla çeşitlilik içeren bir kentten geliyorum. Farklı insanlara onu yönetme yetkisi verilirse bir toplumun nasıl olacağına dair bir yorum yapmak istedim...
İY: “Ya... olsa” tadında çıkış noktalarınız epey fazla...
SC: İşlerimi sık sık tamamlanmamış anlatıların başlangıcı olan “ateşleme noktaları” olarak tanımlıyorum. İnsanlara sonunda ne olduğunu çok nadiren söylüyorum. Hikayenin sonunu kendilerinin getirmesini istiyorum.
İY: Aslında bir öykücüsünüz...
SC: Sanırım öyleyim. Eskiden günümüzde oldukça olumsuz anlamda kullanılan “anlatı” sözcüğünden kaçınmaya çalışırdım. Oysa ben buyum! Konuşmalarımı anekdotlarla süslediğimin farkındayım ve sanırım bu yalnızca beynim bu şekilde çalıştığından, neredeyse anlatacaklarım için bir sahne kurgulamak istediğimden ötürü böyle. Sürekli tiyatroya giderim, sinemaya gittiğimden daha çok. Sinemayı da severim; ancak tiyatrodaki o bir karelik alanda yapılan doğaçlamalara hayranım; o sınırlı olanaklar içinde yapabileceğinizin en iyisini yapmanız gerekiyor.
İY: Bazı tiyatro sahneleri de tasarlamışsınız...
SC: Birkaç yıl önce Covent Garden Kraliyet Operası ile çalışmıştım. Kraliyet Balesi için üç farklı sahne tasarımı yaptım...
İY: Kompozisyonlarınız da birer tiyatro sahnesini andırıyor zaten...
SC: Berlin’den bir yazar da söyledi bunu! Sanırım oldukça doğru.
İY: Sanatınızın çeşitli öyküleme geleneklerinden beslendiğini söylemek mümkün mü? Bir yandan hiyeroglifler, bir yandan çizgi romanlar... Hatta Boccaccio’nun Decameron’u ya da Chauser’ın Canterbury Masalları...
SC: Hepimiz gibi ben de deneyimlerimin bir yansımasıyım. Sanırım başkalarının fikirleriyle oyun oynamayı seviyorum ve iyi bir fikri duyduğumda onu çabucak fark ediyorum. Örneğin Redonda Sarayı tanıdık olmayan, Javíer Marias adlı İspanyol bir yazarla olan bir işbirliğimdi. Aslında yüz yüze hiç tanışmadık; eski usul mektuplaşmalarımız oldu...
İY: Yapıtlarınızda aynı zamanda hicivsel bir tutum söz konusu... Hiç de o kadar “masum” değiller bence...
SC: Bence hiç değiller. Birçok konuda fazla duyarlıyım ama bir yandan da bir tür “İngiliz kibarlığı” taşıyorum ve belki de bunun sonucu olarak oldukça ağır bir meseleyi mizahi bir biçimde ifade edebiliyorum. Bunun İngiltere’nin geçmişi 17., 18. yüzyıla dayanan satir geleneğiyle de ilgisi olabilir...
İY: Göç, savaş ve toplumsal sorunlar gibi bazı çok ağır ve güncel konulara değiniyorsunuz...
SC: Giderek sabırsız ve birçok yönden daha politik birine dönüştüm. Şu sıralar İngiltere, Brexit oylaması nedeniyle oldukça karışık ve bölünmüş bir ülke. Bana göre bu, pervasız siyasi fırsatçılığın bir sonucu.
İY: Peki ya baskı resim? Ressam olduğunuz halde, baskı resim sanatınızın büyük bir bölümünü oluşturuyor gibi görünüyor...
SC: Haklısınız. Öğrenciyken hiç baskı resim yapmadım. Buna oldukça geç başladım ama düşünme biçimimin önemli bir bölümüne dönüştü. Boyut meselesi ve diğer şeyler...
İY: Çağdaş sanat için “boyut önemli”...
SC: Aslında Pera Müzesi’ndeki işin çağdaş baskı sanatına dair hayal kırıklığımla çok büyük ilgisi var; baskı sanatçıları genellikle bir tür değersizlik ya da sınırlılık algısıyla sunuluyorlar. Bu işi gerek ölçek, gerek süreç bağlamında baskı sanatçılarının dünyasını yetkilendirmek için yaptım.
İY: Dijital edisyonun günümüzdeki egemenliğini düşününce bu değersizlik ne kadar da ironik...
SC: Sonucu ilginç olduğu sürece hangi sürecin kullanıldığını önemsemiyorum. Örneğin resimlerimi hep tek başıma yapıyorum ama baskı işlerimde bana karmaşa koridorlarında rehberlik eden çok iyi baskı uzmanlarından destek alıyorum...
İY: El işçiliğiyle nasıl bir ilişkiniz var?
SC: Tam bir ağır işçiyim. Resimlerimin yapılış süreçleri fevkalade zahmetli.
İY: Peki ya desenleriniz, baskı ve resimlerinizle nasıl bir bağ kuruyor?
SC: Bazı anlarda sadece imge üretiyorum. Birer düşünme yöntemi ve fikri kağıda dökme biçimi olarak, oldukça serbest şekilde başlıyorlar. Şu sıralar on yıl önce yaptığım bazı desenlere dayalı büyük resimler üzerinde çalışıyorum. Onları bir nevi yeniden ziyaret ediyorum...
İY: Öyleyse sanat pratiğinize “evreler” halinde yaklaşmadığınızı varsayıyorum...
SC: Az önce söylediklerime dayanarak bu iyi bir yorum; ancak bazı açılardan evrelerimin olduğunu ve son birkaç yıldır yaptığım işlerin kesinlikle farklılaştığını düşünüyorum. Birbirinden bağımsız bir dizi resim yapmak yerine, fikirler ve yapıt grupları ile çalışmaya başladım örneğin. Hayatımı daha da zorlaştırmak için de o yapıtları Redonda Sarayı’nda olduğu gibi bir arada tutmayı ve tek bir yapıtmış gibi sergilemeyi tercih ediyorum.
İY: O işi ne kadar sürede bitirdiniz?
SC: Yaklaşık on dört ayda. İşte bir klinik cinnet anı daha...
İY: Zaman içinde estetik öğelerde bir değişim olduğunu da fark ediyorum. Daha önceki figürleriniz temiz ve detaylıyken şimdikiler bana çok daha arkaik geliyor...
SC: Bu da büyük olasılıkla doğru bir saptama, üzerinde oyunlar oynadığım konulardan biri. Figürler belirsiz bir geçmişi mesken tutuyor. Eğer bugün onları açıkça güncel yaparsam, yarın demode olacaklar. Bana göre güncel sanatın geçmişle, edebiyat ya da sinemaya göre çok daha zor bir ilişkisi var.
İY: Güncel yapıtlar çok hızlıca ve vahşice tüketiliyor...
SC: Yapıtı görme, yapıtla olma deneyimini yavaşlatmaktan hoşlanıyorum. Ancak etki uyandırmaya da karşı değilim; mesela Büyük Ülke işinde tüm imgenin içinde gezinen, dantel benzeri bir motif var. Ben bunu neredeyse izleyiciyi yakalayan bir tür örümcek ağı olarak görüyorum.
İY: Renk paletiniz ve ayçiçeği gibi nesne seçimleriniz aracılığıyla bazı sanat tarihsel anlara ve ustalara da göz kırptığınızı söyleyebilir miyiz?
SC: Neredeyse içinde yüz tane resim barındırdığı duygusu veren birçok büyük resim yaptım. Bu duygunun bir kısmı nesne gruplarından kaynaklanıyor; akademik eğitimde en temel sanat formu olan natürmortun tanınması. Sonucu ilginç hale getiren ise yapan kişinin özgünlüğü. Dehşet verici bir şeyi betimleme derdinde değilim; tam tersine yüzyıllardır ortalıkta olan imgelerle oynuyorum ve onları şaşmaz şekilde benim yapmaya çalışıyorum.
İY: Sandalyelerle derdiniz ne? Ya da anahtar delikleri?
SC: Sandalyelerin insanlar gibi kolları, bacakları ve belleri var. Sıradanlar, eve aitler ve bir nevi şemsiyeler gibi, binlerce yıl önce geliştirilmişler ve çok az iyileştirilmişler. Öte yandan anahtar deliği yıllardır üzerinde oynadığım bir motif. Bence her çocuğun oynadığı bir oyun. Anahtar deliğinden bakan genellikle bakmaması gereken bir şeye bakıyordur. Atölyemde çalıştığım zamanlarda günün sonunda kapıyı kilitliyorum ve anahtar deliğinden o gün ne yaptığıma bakıyorum. Gördüğüm tek şey ne yapmış olduğum; diğer her şey çerçevenin dışında kalıyor.
İY: Peki William Blake?
SC: Gerçekten de bir nevi hasta olarak görülüyormuş. Onun gibi hiçbir yere ait olmayan, kuşku ile yaklaşılan insanlarla ilgileniyorum. Aslında yıkıcı ve çok da yerinde olan olağanüstü şeyler yapmış. Doğası gereği aykırı. Bir ruh ikizi. Ve günümüz standartlarına göre akıl hastası.
İY: Ve yalnız?
SC: Yavaş üreten ve el imzasına bağımlı bir sanatçıysanız, yetişkinlik hayatınızın büyük bölümünü hücre hapsinde geçirirsiniz...
İY: Sizce bu sağaltıcı mı?
SC: Usancı yatıştırmanın bir yolu sanırım ve farklı katarsis düzeyleri barındırıyor; odadan ayrılmadan evden kaçmak gibi. Birçok farklı yolculuk düzlemi ile aynı anda ilgileniyorum.
İY: Bir sonraki adımınız?
SC: Venedik’teki sergi küçük resimlerden oluşuyordu. Kendimi tekrar etmekten çok korkarım. O nedenle şimdilerde güncel politik anlarına dayalı, büyük ebatlı resimler üzerinde çalışıyorum.