KAMİL FIRAT’LA FOTOĞRAFA DAİR HER ŞEY
Röportaj: İpek Yeğinsü
Kamil Fırat, Türkiye’de fotoğraf denince akla ilk gelen isimlerden biri. Eğitimci olarak da Mimar Sinan Üniversitesi’nde uzun yıllardır görev alan Fırat’ın Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 10 Haziran’a kadar devam eden “Atlar & Kentler” sergisi uzun soluklu, kapsamlı bir foto-metin projesi. Bizleri antik kentlerin ruhuyla buluştururken hikayelerini, insanlık tarihinin en yakın tanığı olarak gördüğü atlar üzerinden anlatan Fırat ile sergisini ve güncel sanatta fotoğrafa dair hemen her şeyi konuştuğumuz, dopdolu bir söyleşide buluştuk.
İY: “Atlar & Kentler” projesi nasıl başladı?
KF: Yaklaşık otuz beş yıldır arkeolojik bölgelerle ve kültürel mirasla uğraşıyorum. Bu konuyu çok uzun süredir çalıştığım için hem ciddi anlamda bir kütüphanem oluştu, hem de olup bitenleri sürekli takip ediyorum. Bu seride meseleyi farklı bir bakışla ele almaya çalıştım; kentler insanların zihinlerinde aynılaşıyor. Hepsini bir kavanoza doldurup sallıyorlar ve “ha bir tanesini, ha elli tanesini görmüşüm, fark etmez” diyorlar. Oysa her biri farklı dönemlerin ve uygarlıkların kentleri. Farklı üslupların örneklerini taşıyorlar. Her kentin farklı bir ruhu, kimliği ve bize öğrettiği farklı bir şey var. Zaten binlerce yıldan bugüne o ruh sayesinde gelebildiler. Ben de o ruhun peşinde koştum ve o aurayı ortaya koymak istedim. Proje bu nedenle biraz uzun (on beş yıl) sürdü. Kentin ruhunu anlattığını düşündüğüm atmosferi bulana kadar, kentlere birçok kez gittim. Belki de onlar çağırdı.
İY: Doğru anı beklemek için mi? Doğru ışık, hava koşulları...
KF: Evet ama fotoğrafçıların anladığı anlamda doğru ışık değil: “Kentin” doğru ışığı. Fotoğrafçılar “doğru ışık” deyince her şeyi aynılaştırırlar. Çoğu bu kentlerin yüksek ışıklarda çekilmesi gerektiğini düşünür örneğin. Benim derdimse o kentin ruhunu anlatacak ışığı bulmaktı. Bundan dolayı çoğunu fotoğrafçıların birçoğunun kullanmadığı zamanlarda çektim. Bazılarını bulutlu, kapalı havalarda, bazılarını da yağmurda çektim ve zaten yağmurda çekmek için gittim. Kentle aynı yağmur altında ıslanmak isteğiyle orada oldum. Yağmur yağınca aynı toprağa sizden de, oradan da bir şeyler akıyor. Bir de tamamen bu etkileşimlerle ilgili, kaynağını bunlardan alan hikayeler yazdım.
İY: Kentleri fotoğraflarken nasıl bir prosedür izlediniz? Neler yaşadınız?
KF: Üretirken önce şunu, sonra bunu yapayım gibi bir prosedür izlemedim. Buralar insanı dönem dönem çağırır; siz de o çağrıya kulak verir ve gidersiniz. Gittiğinizde, zaten çağırdığı için ve zamanlarınız eşleştiği için, orada başka bir havayı solursunuz. Bazen saatlerce, bazen üç dakika oturursunuz; orada geçirilen zaman sahicidir ve çok güzeldir. Biraz da bu nedenle birçok kenti tek başıma çalıştım. Güzel olan oralarda yalnız olmaktır; sizin zamanınızla onun zamanı baş başayken üçüncü kişilerin zamanlarının aranıza girmemesidir.
İY: Projeye dahil ettiğiniz antik kentleri nasıl belirlediniz?
KF: Ege ve Akdeniz Uygarlıkları olarak belirledim. Bunun nedenlerinden biri son dönemde şu problemin olması: biz bu coğrafyadaki tarihi Orta Asya’dan geldiğimiz tarih olarak alıyoruz. Oysa hiçbir zaman geldiğimiz günkü gibi “saf” durmadık; karıştık. Bu uygarlık, bizim uygarlığımız. On bin yıl öncesi de bizim, beş yüz yıl öncesi de.
İY: Bu bağlamda yerel halkın antik kentlerle kurduğu ilişkileri çok ilginç buluyorum. Köylülerin antik taşları alıp evlerine malzeme yapmaları vb...
KF: Bu, başından beri böyle. Kimse “bu kent buraya kurulmuş; onu olduğu gibi koruyalım” dememiş ki... Her sonradan gelen, bir önceki işlenmiş malzemeyi kullanmış. Bugün Karya kenti Alinda’ya gidin; önünde bir köy var. Köyün yarısının taşı, antik kentin taşı. Rölyefler duvarlarda duruyor. Bu, bir taraftan bir problem gibi düşünülebilir ama aslında korumanın da bir parçası.
İY: Zaten zamanı donduramıyorsunuz ve o nesne başka bir yaşam döngüsüne dahil oluveriyor... Hatta kimi düşünürler müzeye giren nesnenin öldüğünü bile söylüyor...
KF: Müzenin önünde bağıra çağıra konuşuruz ama içine girince fısıldamaya başlarız. Niye? Oradaki nesnenin de şurada, önümüzde duran nesne gibi olması lazım. Tabii ki dokunmayalım ve zarar vermeyelim; ama bir yandan yaşasın, bu kadar da kült hale getirmeyelim.
İY: Nesne demişken, serinizde kentlerin yanında o kentlere ait at betimlemeleri de var. Neden atlarla çalışmayı tercih ettiniz?
KF: Ata yakınlık duyarım; onu çok “fotoğrafça” bulurum. Benim kişisel tarihimde, ilk çalışmalarımdan biri yine “atlar” üzerine idi. Antik dönemin insan figürlerinde ifadeler birbirine çok benziyor; atlardaysa çok farklılık gösteriyor. Ben de o ifadelerle bir öykü anlatmaya çalıştım. Öte yandan bugün kentler ve müzeler çok kopuk. Halbuki o müzelerdeki neredeyse her şey, bu kentlerden çıktı. İnsanlar bu kentlere gittiklerinde şunu unutmamalı: birileri buralarda yaşadı, aşık oldu, belki acılar çekti. Birileri buraları inşa etti... Onun belleklerinden bir tanesinin de atlar olduğunu düşünüyorum.
İY: Son zamanlarda İstanbul’da özellikle metro projeleriyle birlikte birçok arkeolojik kazı gerçekleşiyor; çıkan eserlerin akıbeti konusunda kamuoyu olarak pek bilgimiz olmuyor. Bu konuları takip ediyor musunuz?
KF: Tabii. Hatta Yenikapı kazılarını fotoğrafladım. Bu sorunu hep yaşıyoruz. 1986’da Karaköy’de, Perşembepazarı’nda bir Ceneviz duvarı çıkmıştı ve İstanbul’un en eski duvarlarından biri olarak heyecan uyandırmıştı; sonra kepçeyle kaldırıp atıvermişlerdi. Her dönemde yönetimler bu tür şeyleri bir engel olarak görebiliyorlar.
Şu anki kentleşme modelimiz de problemli. Var olanın üzerine bir katman koymak ya da onu çevrelemek yerine onu yıkıp yeniden yapıyoruz. Hemen her konuda da böyleyiz sanki... Genel bir bellek yitimi sözkonusu...
Bir toplumu yok etmek istiyorsanız önce kütüphaneyi, sonra da o toplumun kentteki bellek kırıntılarını yok edersiniz. Bellek çok değerli; kuşakları birbirine bağlayan şey. Ancak tüm dünyada belleğin kesintiye uğradığı bir dönemden geçiyoruz. Özellikle Postmodern sonrası dünya, herkesi İsa yaptı; herkesin tarihi kendi doğumuyla başlar oldu. Hal böyle olunca öncesine dair fazla problem üretmiyoruz. O yüzden ortada sorun da yok!
Çağdaş sanatta fotoğraf anlayışı da değişti. “Fotoğraf yapmak” kavramı ortaya çıktı. “Fotoğrafçı” yerine “fotoğrafı kullanan sanatçı” tanımı yaygınlaştı. Bu bağlamda kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Fotoğrafta güncel yaklaşımlara dair neler söylersiniz?
Ben “sahici” fotoğrafın peşindeyim. Bugünkü fotoğraf anlayışını da çok eleştirmiyorum, çünkü olması gereken bu. Her şeyin uçucu olduğu günümüz dünyasında var olabilmek için sahici işler yapamazsınız; yapmamanız gerekir. Özellikle genç kuşaklar bunu bir var olma sorunu olarak algıladıklarından genelde uçucu işler yapıyorlar. Benim açımdan temel problem, üretilenin fotoğrafın diliyle üretilmemesi. Fotoğrafı kendi diliyle üretmezseniz sizin de söylediğiniz gibi onu “kullanmış” olursunuz. Fotoğrafın diliyle üretmeye başladığınızda ise “fotoğrafçı” olursunuz. Dil kavramı günümüz sanatında önemli olmasına karşın gördüğüm işlerin büyük bölümü bu açıdan sorunlu.
Manipülasyon da çok tartışılıyor. Sizce müdahalenin ne kadarı etiktir? Ne kadarı değildir?
Bir fikriniz varsa bunu hayata geçirme konusunda birçok şey yapabilirsiniz; teknolojiden de yararlanırsınız. Fikir yoksa sadece “şaşırtma” peşinde koşarsınız. Benim için eşik bu. Manipülasyon yapmak için manipülasyon yapılmaz. O yapılan “kuş kondurmak” olur. Bu konu fotoğrafçının samimiyetiyle ilgilidir ve onun kendiyle olan iç hesaplaşmasına ancak dışarıdan bakabiliriz. Ama belgesel başlığı altında üretilen fotoğraflarda birtakım müdahaleler ile başka bir gerçekliğin üretildiği örneklerle karşılaşıyoruz. Bu tür konuların tartışması da fotoğrafın sınırları içinde değil; çok daha geniş bir alanın konusu.
Bir diğer tartışma da insani değerlerle ilgili. Savaş durumunda yardıma ihtiyacı olan biri varsa “fotoğrafçı ona yardım mı etmeli, yoksa müdahil olmadan fotoğrafını mı çekmeli” sorusu gündeme geliyor. Veya o fotoğrafla ödül alırsa, trajedi üzerinden prim yapmakla suçlanıyor...
Bu konu fotoğraf bulunduğundan beri tartışılıyor ve çok hassas bir konu. Bir taraftan dünyanın duymasını sağlıyorsunuz, diğer taraftan da o konunun tüketilmesine, sıradanlaştırılmasına neden oluyorsunuz. Bir konunun sıradanlaşması o konu için en tehlikeli şeydir... O tür fotoğrafların ajitasyon aracı olarak kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Bir nevi “duyarsızlaştırma” süreci...
Bu tür görüntülerin sürekli gündeme getirilmesi onun araçlarından biri. Dünyanın olup bitenlerden haberi olması gerekir; ama bir tüketim nesnesi haline getirilmemeli, dozunda kullanılmalı. Örneğin 60’lı yıllarda bir cinayet işlendiğinde üzerine gazetede haftalarca yazılar yazılırdı. Şimdi o kadar sıradanlaştı ki, her gün binlercesi çıkıyor. O sıradanlıktan dolayı da insanlar kolayca insan öldürüyor. Beyoğlu’nda bomba patladığında yarım dakika içinde, daha birileri yaralı halde yerlerde yatarken fotoğrafları çekilip yarışır gibi dağıtılmaya başlandı. Bu bir duyuru meselesi değil; bu, kanla beslenmek. Ölüm, trajedi, bunlar aşındırılmamalı.
Bence bunda dijitalleşmenin ve sosyal medyanın da büyük rolü var... Sizce fotoğraf bu mecralarla birlikte bir anlamda değersizleşti mi?
Baudrillard, “Tanrı bile çoğaltılarak tüketiliyor” diyor. Tanrıyı yok etmek istiyorsanız onu öldürmek yerine çoğaltmalısınız. Fotoğrafı da ne kadar çoğaltırsanız o kadar yok edersiniz.
Bu ortamda sanatçının kendi dilini yeni, özgün imgelerle yaratması zorlaştı. Acaba fotoğrafın “kullanılması” biraz da bunun sonucu mu?
Modalar da var tabii. Onlar insanları etkiliyor. Merkezler var; empoze ediyor. Kişiler var; yönlendiriyor. “Şaşırtma” meselesi de ana eksene oturuyor. Sanat yapıtı kalıcıdır; şaşırtmaksa anlıktır...
Reklam diline dönüşüyor...
Tam da öyle. Bir ürünü birine on beş saniye içinde satmak derdindesiniz; ama sonrası yok. Bu da bugünün gerçeği. Kimse bir işin karşısında üç yıl boyunca oturup düşünmüyor. Akşam düşünüp sabah bitiriyor. “Neyi kaçırıyorum” duygusu, “her gün yeni olan ne yapabilirim” paniğini beraberinde getiriyor. İnsanlık tarihi bu kadar çok yeniyi bu kadar büyük bir hızla üretememiştir; üretemez de. Şimdiki zamanla koşut giden işler yapmak olmalıdır amaç.
Tüm anlattıklarınızla birlikte konunuza analiz edilecek bir bilim nesnesi gibi değil, duyguyla, şiirsellikle yaklaştığınızı görmek mümkün... Bu seride de “Yağlı Güreş” serinizdekine benzer bir tinsellik var...
Tinsellik olmadan bu tür şeylerin yapılmasının mantığını anlamıyorum. O zaman acı çekersiniz; o şekilde yapılan işlerde o zorlamayı görebiliyorum. Yaklaşık on beş, yirmi yıldır fotoğrafçıların pek de sevmediği bir konu olan “nesne estetiği” kavramı üzerinde duruyorum. Çalıştığınız konunun estetiğini bulmak zorundasınız. Verili bir estetik formasyon var ve her şeyi onun içine sokabiliriz; ama o zaman ruhu olmuyor. Esas o ruhu verecek olan şey fotoğrafçı ve konusu arasında kurulan ilişki. Özne de fotoğrafçı değil; fotoğrafı çekilen. Oraya yansıyacak olan onun ruhu ve ben onu tanımak zorundayım. Tam da bu yaklaşımla yapıldığından “Yağlı Güreş” serisi benim için çok önemli. Üzerinde dört, beş yıl boyunca çalıştım ve genç yaş grubuyla çalışmayı yeğledim; üst yaş gruplarının yaptıkları güreşin sahici halini yıllar önce seyreden, izleyen biri olarak, bugün onlarınki bana sahte geliyor. Sahici olanı gördüklerimiz ise, belli yaş grupları. O nedenle onları çalışmak çok keyifliydi...
Böylece fotoğrafçı ve nesnesi arasındaki hiyerarşi de ortadan kalkıyor...
Fotoğrafı çekilen sahici olduğunda, ve fotoğrafçı da bu sahicilik peşinde ise, ortaya çıkan da sanırım daha iyi oluyor. Fotoğrafın doğası, ötekileştirmeye uygundur. Zira arada iktidar nesnesi fotoğraf makinesi vardır. Fotoğrafçı ömrü boyunca bunu kırmak için çaba sarfetmelidir. Bunun bilinci ile hareket eden fotoğrafçının nesneleri “öteki” değil, en fazla “öte” olandır...
Peki bir eğitimci olarak sizce Türkiye’de fotoğraf eğitimi nereye gidiyor? Bütün bu meseleler yeterince ele alınıyor mu?
Fotoğraf artık 20 yıl öncenin mantığını taşımıyor. Fotoğraf eski zamanlarda çekmeden önce bitirilirdi. Bugün çektikten sonra yeniden üretiliyor. Bu, büyük bir kırılma. Diğer taraftan teknolojisi, fotoğrafın birçok bilgisini “kadük” hale getirdi. O nedenle fotoğraf eğitimi, “bir teknik adam olarak fotoğrafçı” yetiştirmek yerine “bir düşünür olarak fotoğrafçı” yetiştirmeli gibi geliyor bana...
Röportaj: İpek Yeğinsü
Kamil Fırat, Türkiye’de fotoğraf denince akla ilk gelen isimlerden biri. Eğitimci olarak da Mimar Sinan Üniversitesi’nde uzun yıllardır görev alan Fırat’ın Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 10 Haziran’a kadar devam eden “Atlar & Kentler” sergisi uzun soluklu, kapsamlı bir foto-metin projesi. Bizleri antik kentlerin ruhuyla buluştururken hikayelerini, insanlık tarihinin en yakın tanığı olarak gördüğü atlar üzerinden anlatan Fırat ile sergisini ve güncel sanatta fotoğrafa dair hemen her şeyi konuştuğumuz, dopdolu bir söyleşide buluştuk.
İY: “Atlar & Kentler” projesi nasıl başladı?
KF: Yaklaşık otuz beş yıldır arkeolojik bölgelerle ve kültürel mirasla uğraşıyorum. Bu konuyu çok uzun süredir çalıştığım için hem ciddi anlamda bir kütüphanem oluştu, hem de olup bitenleri sürekli takip ediyorum. Bu seride meseleyi farklı bir bakışla ele almaya çalıştım; kentler insanların zihinlerinde aynılaşıyor. Hepsini bir kavanoza doldurup sallıyorlar ve “ha bir tanesini, ha elli tanesini görmüşüm, fark etmez” diyorlar. Oysa her biri farklı dönemlerin ve uygarlıkların kentleri. Farklı üslupların örneklerini taşıyorlar. Her kentin farklı bir ruhu, kimliği ve bize öğrettiği farklı bir şey var. Zaten binlerce yıldan bugüne o ruh sayesinde gelebildiler. Ben de o ruhun peşinde koştum ve o aurayı ortaya koymak istedim. Proje bu nedenle biraz uzun (on beş yıl) sürdü. Kentin ruhunu anlattığını düşündüğüm atmosferi bulana kadar, kentlere birçok kez gittim. Belki de onlar çağırdı.
İY: Doğru anı beklemek için mi? Doğru ışık, hava koşulları...
KF: Evet ama fotoğrafçıların anladığı anlamda doğru ışık değil: “Kentin” doğru ışığı. Fotoğrafçılar “doğru ışık” deyince her şeyi aynılaştırırlar. Çoğu bu kentlerin yüksek ışıklarda çekilmesi gerektiğini düşünür örneğin. Benim derdimse o kentin ruhunu anlatacak ışığı bulmaktı. Bundan dolayı çoğunu fotoğrafçıların birçoğunun kullanmadığı zamanlarda çektim. Bazılarını bulutlu, kapalı havalarda, bazılarını da yağmurda çektim ve zaten yağmurda çekmek için gittim. Kentle aynı yağmur altında ıslanmak isteğiyle orada oldum. Yağmur yağınca aynı toprağa sizden de, oradan da bir şeyler akıyor. Bir de tamamen bu etkileşimlerle ilgili, kaynağını bunlardan alan hikayeler yazdım.
İY: Kentleri fotoğraflarken nasıl bir prosedür izlediniz? Neler yaşadınız?
KF: Üretirken önce şunu, sonra bunu yapayım gibi bir prosedür izlemedim. Buralar insanı dönem dönem çağırır; siz de o çağrıya kulak verir ve gidersiniz. Gittiğinizde, zaten çağırdığı için ve zamanlarınız eşleştiği için, orada başka bir havayı solursunuz. Bazen saatlerce, bazen üç dakika oturursunuz; orada geçirilen zaman sahicidir ve çok güzeldir. Biraz da bu nedenle birçok kenti tek başıma çalıştım. Güzel olan oralarda yalnız olmaktır; sizin zamanınızla onun zamanı baş başayken üçüncü kişilerin zamanlarının aranıza girmemesidir.
İY: Projeye dahil ettiğiniz antik kentleri nasıl belirlediniz?
KF: Ege ve Akdeniz Uygarlıkları olarak belirledim. Bunun nedenlerinden biri son dönemde şu problemin olması: biz bu coğrafyadaki tarihi Orta Asya’dan geldiğimiz tarih olarak alıyoruz. Oysa hiçbir zaman geldiğimiz günkü gibi “saf” durmadık; karıştık. Bu uygarlık, bizim uygarlığımız. On bin yıl öncesi de bizim, beş yüz yıl öncesi de.
İY: Bu bağlamda yerel halkın antik kentlerle kurduğu ilişkileri çok ilginç buluyorum. Köylülerin antik taşları alıp evlerine malzeme yapmaları vb...
KF: Bu, başından beri böyle. Kimse “bu kent buraya kurulmuş; onu olduğu gibi koruyalım” dememiş ki... Her sonradan gelen, bir önceki işlenmiş malzemeyi kullanmış. Bugün Karya kenti Alinda’ya gidin; önünde bir köy var. Köyün yarısının taşı, antik kentin taşı. Rölyefler duvarlarda duruyor. Bu, bir taraftan bir problem gibi düşünülebilir ama aslında korumanın da bir parçası.
İY: Zaten zamanı donduramıyorsunuz ve o nesne başka bir yaşam döngüsüne dahil oluveriyor... Hatta kimi düşünürler müzeye giren nesnenin öldüğünü bile söylüyor...
KF: Müzenin önünde bağıra çağıra konuşuruz ama içine girince fısıldamaya başlarız. Niye? Oradaki nesnenin de şurada, önümüzde duran nesne gibi olması lazım. Tabii ki dokunmayalım ve zarar vermeyelim; ama bir yandan yaşasın, bu kadar da kült hale getirmeyelim.
İY: Nesne demişken, serinizde kentlerin yanında o kentlere ait at betimlemeleri de var. Neden atlarla çalışmayı tercih ettiniz?
KF: Ata yakınlık duyarım; onu çok “fotoğrafça” bulurum. Benim kişisel tarihimde, ilk çalışmalarımdan biri yine “atlar” üzerine idi. Antik dönemin insan figürlerinde ifadeler birbirine çok benziyor; atlardaysa çok farklılık gösteriyor. Ben de o ifadelerle bir öykü anlatmaya çalıştım. Öte yandan bugün kentler ve müzeler çok kopuk. Halbuki o müzelerdeki neredeyse her şey, bu kentlerden çıktı. İnsanlar bu kentlere gittiklerinde şunu unutmamalı: birileri buralarda yaşadı, aşık oldu, belki acılar çekti. Birileri buraları inşa etti... Onun belleklerinden bir tanesinin de atlar olduğunu düşünüyorum.
İY: Son zamanlarda İstanbul’da özellikle metro projeleriyle birlikte birçok arkeolojik kazı gerçekleşiyor; çıkan eserlerin akıbeti konusunda kamuoyu olarak pek bilgimiz olmuyor. Bu konuları takip ediyor musunuz?
KF: Tabii. Hatta Yenikapı kazılarını fotoğrafladım. Bu sorunu hep yaşıyoruz. 1986’da Karaköy’de, Perşembepazarı’nda bir Ceneviz duvarı çıkmıştı ve İstanbul’un en eski duvarlarından biri olarak heyecan uyandırmıştı; sonra kepçeyle kaldırıp atıvermişlerdi. Her dönemde yönetimler bu tür şeyleri bir engel olarak görebiliyorlar.
Şu anki kentleşme modelimiz de problemli. Var olanın üzerine bir katman koymak ya da onu çevrelemek yerine onu yıkıp yeniden yapıyoruz. Hemen her konuda da böyleyiz sanki... Genel bir bellek yitimi sözkonusu...
Bir toplumu yok etmek istiyorsanız önce kütüphaneyi, sonra da o toplumun kentteki bellek kırıntılarını yok edersiniz. Bellek çok değerli; kuşakları birbirine bağlayan şey. Ancak tüm dünyada belleğin kesintiye uğradığı bir dönemden geçiyoruz. Özellikle Postmodern sonrası dünya, herkesi İsa yaptı; herkesin tarihi kendi doğumuyla başlar oldu. Hal böyle olunca öncesine dair fazla problem üretmiyoruz. O yüzden ortada sorun da yok!
Çağdaş sanatta fotoğraf anlayışı da değişti. “Fotoğraf yapmak” kavramı ortaya çıktı. “Fotoğrafçı” yerine “fotoğrafı kullanan sanatçı” tanımı yaygınlaştı. Bu bağlamda kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Fotoğrafta güncel yaklaşımlara dair neler söylersiniz?
Ben “sahici” fotoğrafın peşindeyim. Bugünkü fotoğraf anlayışını da çok eleştirmiyorum, çünkü olması gereken bu. Her şeyin uçucu olduğu günümüz dünyasında var olabilmek için sahici işler yapamazsınız; yapmamanız gerekir. Özellikle genç kuşaklar bunu bir var olma sorunu olarak algıladıklarından genelde uçucu işler yapıyorlar. Benim açımdan temel problem, üretilenin fotoğrafın diliyle üretilmemesi. Fotoğrafı kendi diliyle üretmezseniz sizin de söylediğiniz gibi onu “kullanmış” olursunuz. Fotoğrafın diliyle üretmeye başladığınızda ise “fotoğrafçı” olursunuz. Dil kavramı günümüz sanatında önemli olmasına karşın gördüğüm işlerin büyük bölümü bu açıdan sorunlu.
Manipülasyon da çok tartışılıyor. Sizce müdahalenin ne kadarı etiktir? Ne kadarı değildir?
Bir fikriniz varsa bunu hayata geçirme konusunda birçok şey yapabilirsiniz; teknolojiden de yararlanırsınız. Fikir yoksa sadece “şaşırtma” peşinde koşarsınız. Benim için eşik bu. Manipülasyon yapmak için manipülasyon yapılmaz. O yapılan “kuş kondurmak” olur. Bu konu fotoğrafçının samimiyetiyle ilgilidir ve onun kendiyle olan iç hesaplaşmasına ancak dışarıdan bakabiliriz. Ama belgesel başlığı altında üretilen fotoğraflarda birtakım müdahaleler ile başka bir gerçekliğin üretildiği örneklerle karşılaşıyoruz. Bu tür konuların tartışması da fotoğrafın sınırları içinde değil; çok daha geniş bir alanın konusu.
Bir diğer tartışma da insani değerlerle ilgili. Savaş durumunda yardıma ihtiyacı olan biri varsa “fotoğrafçı ona yardım mı etmeli, yoksa müdahil olmadan fotoğrafını mı çekmeli” sorusu gündeme geliyor. Veya o fotoğrafla ödül alırsa, trajedi üzerinden prim yapmakla suçlanıyor...
Bu konu fotoğraf bulunduğundan beri tartışılıyor ve çok hassas bir konu. Bir taraftan dünyanın duymasını sağlıyorsunuz, diğer taraftan da o konunun tüketilmesine, sıradanlaştırılmasına neden oluyorsunuz. Bir konunun sıradanlaşması o konu için en tehlikeli şeydir... O tür fotoğrafların ajitasyon aracı olarak kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Bir nevi “duyarsızlaştırma” süreci...
Bu tür görüntülerin sürekli gündeme getirilmesi onun araçlarından biri. Dünyanın olup bitenlerden haberi olması gerekir; ama bir tüketim nesnesi haline getirilmemeli, dozunda kullanılmalı. Örneğin 60’lı yıllarda bir cinayet işlendiğinde üzerine gazetede haftalarca yazılar yazılırdı. Şimdi o kadar sıradanlaştı ki, her gün binlercesi çıkıyor. O sıradanlıktan dolayı da insanlar kolayca insan öldürüyor. Beyoğlu’nda bomba patladığında yarım dakika içinde, daha birileri yaralı halde yerlerde yatarken fotoğrafları çekilip yarışır gibi dağıtılmaya başlandı. Bu bir duyuru meselesi değil; bu, kanla beslenmek. Ölüm, trajedi, bunlar aşındırılmamalı.
Bence bunda dijitalleşmenin ve sosyal medyanın da büyük rolü var... Sizce fotoğraf bu mecralarla birlikte bir anlamda değersizleşti mi?
Baudrillard, “Tanrı bile çoğaltılarak tüketiliyor” diyor. Tanrıyı yok etmek istiyorsanız onu öldürmek yerine çoğaltmalısınız. Fotoğrafı da ne kadar çoğaltırsanız o kadar yok edersiniz.
Bu ortamda sanatçının kendi dilini yeni, özgün imgelerle yaratması zorlaştı. Acaba fotoğrafın “kullanılması” biraz da bunun sonucu mu?
Modalar da var tabii. Onlar insanları etkiliyor. Merkezler var; empoze ediyor. Kişiler var; yönlendiriyor. “Şaşırtma” meselesi de ana eksene oturuyor. Sanat yapıtı kalıcıdır; şaşırtmaksa anlıktır...
Reklam diline dönüşüyor...
Tam da öyle. Bir ürünü birine on beş saniye içinde satmak derdindesiniz; ama sonrası yok. Bu da bugünün gerçeği. Kimse bir işin karşısında üç yıl boyunca oturup düşünmüyor. Akşam düşünüp sabah bitiriyor. “Neyi kaçırıyorum” duygusu, “her gün yeni olan ne yapabilirim” paniğini beraberinde getiriyor. İnsanlık tarihi bu kadar çok yeniyi bu kadar büyük bir hızla üretememiştir; üretemez de. Şimdiki zamanla koşut giden işler yapmak olmalıdır amaç.
Tüm anlattıklarınızla birlikte konunuza analiz edilecek bir bilim nesnesi gibi değil, duyguyla, şiirsellikle yaklaştığınızı görmek mümkün... Bu seride de “Yağlı Güreş” serinizdekine benzer bir tinsellik var...
Tinsellik olmadan bu tür şeylerin yapılmasının mantığını anlamıyorum. O zaman acı çekersiniz; o şekilde yapılan işlerde o zorlamayı görebiliyorum. Yaklaşık on beş, yirmi yıldır fotoğrafçıların pek de sevmediği bir konu olan “nesne estetiği” kavramı üzerinde duruyorum. Çalıştığınız konunun estetiğini bulmak zorundasınız. Verili bir estetik formasyon var ve her şeyi onun içine sokabiliriz; ama o zaman ruhu olmuyor. Esas o ruhu verecek olan şey fotoğrafçı ve konusu arasında kurulan ilişki. Özne de fotoğrafçı değil; fotoğrafı çekilen. Oraya yansıyacak olan onun ruhu ve ben onu tanımak zorundayım. Tam da bu yaklaşımla yapıldığından “Yağlı Güreş” serisi benim için çok önemli. Üzerinde dört, beş yıl boyunca çalıştım ve genç yaş grubuyla çalışmayı yeğledim; üst yaş gruplarının yaptıkları güreşin sahici halini yıllar önce seyreden, izleyen biri olarak, bugün onlarınki bana sahte geliyor. Sahici olanı gördüklerimiz ise, belli yaş grupları. O nedenle onları çalışmak çok keyifliydi...
Böylece fotoğrafçı ve nesnesi arasındaki hiyerarşi de ortadan kalkıyor...
Fotoğrafı çekilen sahici olduğunda, ve fotoğrafçı da bu sahicilik peşinde ise, ortaya çıkan da sanırım daha iyi oluyor. Fotoğrafın doğası, ötekileştirmeye uygundur. Zira arada iktidar nesnesi fotoğraf makinesi vardır. Fotoğrafçı ömrü boyunca bunu kırmak için çaba sarfetmelidir. Bunun bilinci ile hareket eden fotoğrafçının nesneleri “öteki” değil, en fazla “öte” olandır...
Peki bir eğitimci olarak sizce Türkiye’de fotoğraf eğitimi nereye gidiyor? Bütün bu meseleler yeterince ele alınıyor mu?
Fotoğraf artık 20 yıl öncenin mantığını taşımıyor. Fotoğraf eski zamanlarda çekmeden önce bitirilirdi. Bugün çektikten sonra yeniden üretiliyor. Bu, büyük bir kırılma. Diğer taraftan teknolojisi, fotoğrafın birçok bilgisini “kadük” hale getirdi. O nedenle fotoğraf eğitimi, “bir teknik adam olarak fotoğrafçı” yetiştirmek yerine “bir düşünür olarak fotoğrafçı” yetiştirmeli gibi geliyor bana...