Merve Şendil, Sümer Sayın ve Şafak Çatalbaş’ın Galeri Bu’da devam eden “Komşu Galaksiler” sergisi, kozmosun işleyiş prensipleriyle sosyopolitik evrenimiz arasında bir benzerlik kurarak güç ilişkilerine meydan okuyor. Sergiyi, sanatçılarla ve küratörü İpek Yeğinsü ile konuştuk.
Serginin kavramsal çerçevesini nasıl oluşturdunuz?
İY: Çocukluğumdan beri uzayda olup bitenlere yoğun merak duyuyorum. Evrendeki yerimiz, algılarımızın çok ötesinde olabilecek alternatif gerçeklikler, dünyadışı yaşam formları... Bunları düşünürken galaksilerin davranış biçimleriyle ilgilenmeye başladım ve içinde yaşadığımız Samanyolu da dahil olmak üzere, büyük galaksilerin küçükleri yutma eğiliminde olduklarını gördüm. Öte yandan yanı başımızdaki komşularımız görece daha sönük ve güçsüz olduğundan, çok uzaktaki Andromeda’ya dair daha falza bilgi sahibi olduğumuzu, onu mitleştirdiğimizi farkettim. İçinde yaşadığımız sosyopolitik ortamda da benzer yasaların işlediğini düşünüyorum: büyüğün küçüğü, güçlünün güçsüzü asimile ettiği bir evrendeyiz. Kendi kimliğini koruyarak ötekiyle diyalog kurmak zor; bir noktada birinin diğerine üstünlük kurma eğilimi ortaya çıkabiliyor. Serginin konusu, bu sisteme alternatif geliştirme arzusundan doğdu. Kendi merkezinde kalarak birbiriyle yapıcı bir iletişim kuran üç sanatçı-galaksi üzerinden, farklı bir etkileşim biçiminin aslında mümkün olduğunu, kozmik yasalara mahkum olmadığımızı deneyselleştirmek ve vurgulamak istedim.
Serginin kurgusunu anlatabilir misiniz?
İY: Galeride sergileme amaçlı kullanılan üç ayrı oda mevcut. Bu odaların her birini sanatçılara özel alanlar olarak ayırdık; her sanatçı kendi odasında kendi galaksisini kurguladı. Sahanlık ve koridor alanlarında ise farklı sanatçıların yapıtlarını karşı karşıya getiren etkileşim bölgeleri oluşturduk; birinin başladığı cümleyi diğerinin tamamladığı, farklı sanatçıların işlerinin yansımalar, kırılmalar ve örtüşmelerle birbirinin içine geçerek bir rhizome yarattığı yerler.
Merve Şendil, sergi için hazırladığınız yerleştirmeden söz edelim mi?
MŞ: Sınırların değişken ve iyice muğlaklaştığı, bir çok galaksinin keşfi yapılırken bir o kadarının akıbeti için ancak tahminlerde bulunabildiğimiz bir zamanda biraz daha içselleşip, kendi içimde çıktığım bir keşfin donelerinden oluştuğunu söyleyebilirim. Bu keşfin başlangıcını, çocukluğumda tüm kainatın hayali arkadaşlarım ve kendimden ibaret olduğunu düşündüğüm zamanlar olarak aldım. Bu hayali arkadaşlarımdan yola çıkarak ürettiğim örgü bebekleri mekanın tuğlalarının arasından taşarcasına yerleştirdim; böylece mekanın tarihi ve kişisel tarihim arasında yeni bir bağ yaratmaya çalıştım. Kimi zaman günümüze gelip hangi gezegene ait olduğu belirsiz fotoğraflar kullanarak da gerçeklik ve kurgu arasındaki bağın ifadesi adına esnek bir dil oluşturmayı amaçladım. Yağlı boya resimlerde ise gerçek ile düşün arasındaki sınırların bulanıklaştığı alanı günümüz dijitalinden yola çıkarak görselleştirdim. Kısacası bu sergi için ürettiğim işlerde merkeze bütünün küçük bir parçası olarak kendimi koyuyorum; ile diğer sanatçı-galaksilere, çocukluğuma yaptığım geri dönüşler üzerinden başlangıçtan bugüne uzanan tarihsel serüvenimle eşlik ediyorum.
Sümer Sayın, sergiye hangi işlerinizle katıldınız?
SS: Ben sergiye üç işle katıldım. İlk kattaki odamda bu sergi için hazırladığım, yanılsamalar yaratan, can simitleri kullandığım What If isimli yerleştirmem var. Kesik ve eksik olan can simitleri, yansıtıcı yüzeylerde yanılsama yaratarak algımızda bir bütün etkisi oluşturuyor. Etrafında dolaştıkça bütün olduğunu sandığımız alanların aslında var olmadığını, veya var olmadığını düşündüğümüz alanların belirdiğini farkediyoruz. Can simidi gibi hayat kurtarma işlevi olan bir nesneyi böyle bir belirsizlik ve yanılsama içinde kullanma fikri, yaşamın kırılganlığı, algının göreceliği, yön duygusunun neye göre oluştuğu gibi konular üzerine düşünürken ortaya çıktı. Fiziğin de sıklıkla konusu olan bu meseleler ilgi alanımın önemli bir parçası ve bu bağlamda serginin konseptiyle de ilişkili. Diğer iki işim de koridorlarda Merve ve Şafak’ın işleriyle temasa geçiyor; içerik olarak ise yine benzer konulardan yola çıkıyor. Every Now and Then yanılsamalar yaratarak mekanı dört yöne ayırıyor. NOW-HERE’de ise ‘şimdi’ ve ‘burada’nın bir araya gelmesiyle, aynanın içindeki mekanda ‘Hiçbir yer’ yazısı okunuyor.
Şafak Çatalbaş, sergi için yarattığınız “Abdestbozan” karakterini daha yakından tanıyabilir miyiz? Acaba rica etsek bizimle konuşur mu?
ŞT: Benim galaksim yeraltında; şehrin kazılarla yarılmış karnından geliyorum. Yeraltı labirentlerinde, şehrin bağırsaklarında gezerek, dışardan görünmeyen ama içimize işlemiş ne varsa yüzeye taşıyorum. Labirent, bağırsaklar için bir metafor. Ya da tam tersi. Aslolan yoldur; dıştaki yolu katettikçe, içeride de ilerleriz. Ya da tam tersi. Eski Mezopotamya'da insan ve hayvan bağırsaklarından fal bakılırmış; ben de geçmişle geleceği şimdide çarpıştırıp anlık mitler, şipşak kehanetler olarak ortalığa salıyorum. İstiklal Caddesi'nde aniden belirdiğim o andan beri dışarıdayım ve sokaklarda dolaştığımda kaset bantlarından saçlarım birbirine yapışıyor - galiba geçmiş beni bırakmak istemiyor, gelecek ise tüm belirsizliğiyle gökyüzünde gülümsüyor. Metafor değil, gerçek bir gülümseme bu; sadece ağızdan oluşan bir gülümseme ne kadar gerçekse. Sonra tekrar içeriye giriyorum, Galata'da bir binanın merdivenlerine yerleşiyorum; burası labirenti hatırlatıyor, dolambaçlı merdivenlerden kıvrılarak yukarı çıkıyorum ve oturduğum yerde sizleri bekliyorum. Burada zaman yok, komşu galaksilerle karşılaşıp, aynanın diğer tarafına geçiyorum. İşaretleri izliyorum; yönler karışık, semboller değişken. Hayat kırılgan, çocukluk baki, hafıza zehir gibi. Yine de telaşa mahal yok. Kaos’a geri dönüş, yeni bir Kozmos’un doğuşunda rol almak demektir; rolünü hakkıyla oynayanlar içinse dünyanın sonu neşeli bir yemektir - efsunla soslanmış taze bir başlangıç.
Serginin kavramsal çerçevesini nasıl oluşturdunuz?
İY: Çocukluğumdan beri uzayda olup bitenlere yoğun merak duyuyorum. Evrendeki yerimiz, algılarımızın çok ötesinde olabilecek alternatif gerçeklikler, dünyadışı yaşam formları... Bunları düşünürken galaksilerin davranış biçimleriyle ilgilenmeye başladım ve içinde yaşadığımız Samanyolu da dahil olmak üzere, büyük galaksilerin küçükleri yutma eğiliminde olduklarını gördüm. Öte yandan yanı başımızdaki komşularımız görece daha sönük ve güçsüz olduğundan, çok uzaktaki Andromeda’ya dair daha falza bilgi sahibi olduğumuzu, onu mitleştirdiğimizi farkettim. İçinde yaşadığımız sosyopolitik ortamda da benzer yasaların işlediğini düşünüyorum: büyüğün küçüğü, güçlünün güçsüzü asimile ettiği bir evrendeyiz. Kendi kimliğini koruyarak ötekiyle diyalog kurmak zor; bir noktada birinin diğerine üstünlük kurma eğilimi ortaya çıkabiliyor. Serginin konusu, bu sisteme alternatif geliştirme arzusundan doğdu. Kendi merkezinde kalarak birbiriyle yapıcı bir iletişim kuran üç sanatçı-galaksi üzerinden, farklı bir etkileşim biçiminin aslında mümkün olduğunu, kozmik yasalara mahkum olmadığımızı deneyselleştirmek ve vurgulamak istedim.
Serginin kurgusunu anlatabilir misiniz?
İY: Galeride sergileme amaçlı kullanılan üç ayrı oda mevcut. Bu odaların her birini sanatçılara özel alanlar olarak ayırdık; her sanatçı kendi odasında kendi galaksisini kurguladı. Sahanlık ve koridor alanlarında ise farklı sanatçıların yapıtlarını karşı karşıya getiren etkileşim bölgeleri oluşturduk; birinin başladığı cümleyi diğerinin tamamladığı, farklı sanatçıların işlerinin yansımalar, kırılmalar ve örtüşmelerle birbirinin içine geçerek bir rhizome yarattığı yerler.
Merve Şendil, sergi için hazırladığınız yerleştirmeden söz edelim mi?
MŞ: Sınırların değişken ve iyice muğlaklaştığı, bir çok galaksinin keşfi yapılırken bir o kadarının akıbeti için ancak tahminlerde bulunabildiğimiz bir zamanda biraz daha içselleşip, kendi içimde çıktığım bir keşfin donelerinden oluştuğunu söyleyebilirim. Bu keşfin başlangıcını, çocukluğumda tüm kainatın hayali arkadaşlarım ve kendimden ibaret olduğunu düşündüğüm zamanlar olarak aldım. Bu hayali arkadaşlarımdan yola çıkarak ürettiğim örgü bebekleri mekanın tuğlalarının arasından taşarcasına yerleştirdim; böylece mekanın tarihi ve kişisel tarihim arasında yeni bir bağ yaratmaya çalıştım. Kimi zaman günümüze gelip hangi gezegene ait olduğu belirsiz fotoğraflar kullanarak da gerçeklik ve kurgu arasındaki bağın ifadesi adına esnek bir dil oluşturmayı amaçladım. Yağlı boya resimlerde ise gerçek ile düşün arasındaki sınırların bulanıklaştığı alanı günümüz dijitalinden yola çıkarak görselleştirdim. Kısacası bu sergi için ürettiğim işlerde merkeze bütünün küçük bir parçası olarak kendimi koyuyorum; ile diğer sanatçı-galaksilere, çocukluğuma yaptığım geri dönüşler üzerinden başlangıçtan bugüne uzanan tarihsel serüvenimle eşlik ediyorum.
Sümer Sayın, sergiye hangi işlerinizle katıldınız?
SS: Ben sergiye üç işle katıldım. İlk kattaki odamda bu sergi için hazırladığım, yanılsamalar yaratan, can simitleri kullandığım What If isimli yerleştirmem var. Kesik ve eksik olan can simitleri, yansıtıcı yüzeylerde yanılsama yaratarak algımızda bir bütün etkisi oluşturuyor. Etrafında dolaştıkça bütün olduğunu sandığımız alanların aslında var olmadığını, veya var olmadığını düşündüğümüz alanların belirdiğini farkediyoruz. Can simidi gibi hayat kurtarma işlevi olan bir nesneyi böyle bir belirsizlik ve yanılsama içinde kullanma fikri, yaşamın kırılganlığı, algının göreceliği, yön duygusunun neye göre oluştuğu gibi konular üzerine düşünürken ortaya çıktı. Fiziğin de sıklıkla konusu olan bu meseleler ilgi alanımın önemli bir parçası ve bu bağlamda serginin konseptiyle de ilişkili. Diğer iki işim de koridorlarda Merve ve Şafak’ın işleriyle temasa geçiyor; içerik olarak ise yine benzer konulardan yola çıkıyor. Every Now and Then yanılsamalar yaratarak mekanı dört yöne ayırıyor. NOW-HERE’de ise ‘şimdi’ ve ‘burada’nın bir araya gelmesiyle, aynanın içindeki mekanda ‘Hiçbir yer’ yazısı okunuyor.
Şafak Çatalbaş, sergi için yarattığınız “Abdestbozan” karakterini daha yakından tanıyabilir miyiz? Acaba rica etsek bizimle konuşur mu?
ŞT: Benim galaksim yeraltında; şehrin kazılarla yarılmış karnından geliyorum. Yeraltı labirentlerinde, şehrin bağırsaklarında gezerek, dışardan görünmeyen ama içimize işlemiş ne varsa yüzeye taşıyorum. Labirent, bağırsaklar için bir metafor. Ya da tam tersi. Aslolan yoldur; dıştaki yolu katettikçe, içeride de ilerleriz. Ya da tam tersi. Eski Mezopotamya'da insan ve hayvan bağırsaklarından fal bakılırmış; ben de geçmişle geleceği şimdide çarpıştırıp anlık mitler, şipşak kehanetler olarak ortalığa salıyorum. İstiklal Caddesi'nde aniden belirdiğim o andan beri dışarıdayım ve sokaklarda dolaştığımda kaset bantlarından saçlarım birbirine yapışıyor - galiba geçmiş beni bırakmak istemiyor, gelecek ise tüm belirsizliğiyle gökyüzünde gülümsüyor. Metafor değil, gerçek bir gülümseme bu; sadece ağızdan oluşan bir gülümseme ne kadar gerçekse. Sonra tekrar içeriye giriyorum, Galata'da bir binanın merdivenlerine yerleşiyorum; burası labirenti hatırlatıyor, dolambaçlı merdivenlerden kıvrılarak yukarı çıkıyorum ve oturduğum yerde sizleri bekliyorum. Burada zaman yok, komşu galaksilerle karşılaşıp, aynanın diğer tarafına geçiyorum. İşaretleri izliyorum; yönler karışık, semboller değişken. Hayat kırılgan, çocukluk baki, hafıza zehir gibi. Yine de telaşa mahal yok. Kaos’a geri dönüş, yeni bir Kozmos’un doğuşunda rol almak demektir; rolünü hakkıyla oynayanlar içinse dünyanın sonu neşeli bir yemektir - efsunla soslanmış taze bir başlangıç.