Bireyi, Toplumsal Ritüeller Üzerinden Kendiyle Yüzleştiren Ressam: Sefa Çatuk
Sefa Çatuk’un sanatının çıkış noktası, kendi seçimi olmayan zorunlulukların boyunduruğundaki birey ve onun çevresinde gelişen toplumsal ritüellerin ürettiği anlamlardır. Bu zorunluluklar, kaynağını bireyin doğduğu anla birlikte kendini içinde bulduğu toplumun kültürel ve ahlaki kodlarından alır. Bu kodları sorgulamaksızın kabullenen, özgürleşmeyle gelen dışlanmanın ve cezalandırılmanın bedelini ödemekten kaçınan bireyin kendini içine hapsettiği aidiyetler yumağı, aynı zamanda toplumlar arasında kuşaklardır süregelen kronik çatışmaların temelini oluşturur. Mitler, gelenekler ve inanç sistemlerinin yerel amalgamları arasındaki küçücük farkların kitleleri birbirine düşman eden unsurlara dönüşebilmesi,
Çatuk için en rahatsız edici olgulardan biridir ve sanatçının kendi içsel ikilemlerini de içine alan çok yönlü bir sorgulama
sürecine adım atmasını gerektirir.
Bu itkiyle harekete geçen Çatuk’un estetik ve stilistik tercihleri, insanlığın ortak bilincinde yer etmiş ikonografik sistemlerin güncel ve hicivli bir yaklaşımla tuval üzerinde yeniden yorumlandığı; sanat tarihinin belli başlı geleneklerine açıkça selam verse de tek kural koyucusunun, hatta tanrısının sanatçının kendisi olduğu özgün ve öznel bir alegoriler evreni olarak belirir. Sahip oldukları ortak deformasyondan ötürü sanatçının yarattığı kapalı toplumun birbirinden farksız, kişiliksiz fertlerine dönüşen, yaş ve cinsiyet gibi özellikleri muğlak bırakılan portrelerin her biri aynı donuk, gergin ve yargılayıcı ifadeyi taşır. İçinde bulundukları eylemleri, hatta dedikoduyu bile bilinçsizce, otomatikleşmiş şekilde gerçekleştirir bir halleri vardır. Nefes alamayan, sıkışık kompozisyonların içinde hep aynı renk paletiyle, sarımsı bir filtrenin ardından resmedilmiş olmaları, kökleşmiş ve homojenleşmeyi destekleyen sosyal bir yapının içinde oldukları duygusunu daha da güçlendirir. Bu palette devrim, yenilik, fikir ayrılığı gibi kavramları çağrıştıran sert kontrastlara yer yoktur; tüm renk ve tonlar birbiriyle yakın akraba, hatta rahatsız edici derecede uyumludur. Ne ilginçtir ki, içine hapsoldukları bu kısıtlayıcı düzenin devamını sağlayanlar da aslında yine bu figürlerin kendileridir. Kanıksadıkları ödül-ceza sisteminin yaptırım gücünü, yine onların itaatkar ve kraldan fazla kralcı tutumları ayakta tutar. Toplum baskısı, ondan uzaklaşması beklenirken zaman içinde ona şizofrenik bir hayranlık beslemeye başlayan bireylerin sadakati üzerinden kendini gerçekleştiren bir kehanete, bir kısırdöngüye evrilir. Böylece birey, mutsuzluklarının kaynağını bizzat kendinin ayakta tuttuğu farkındalığından giderek daha da uzaklaşır. Bu döngünün görselleştiği sahnenin içinde yolumuzu ararken, Çatuk’un yaratıcı-tanrı konumunun varlığını, kadraja beklenmedik yerlerden giriş yapan eller ve figürlerden bazılarının adeta doğrudan sanatçıya baktıkları izlenimi uyandıran bakışları sayesinde hatırlarız.
Çatuk’un figürleri kadar önemli bir diğer alegori evreni, sofralarıdır. Sofrayla bağlantılı ritüeller, aile içi ve toplumsal hiyerarşik yapıları olduğu kadar kültürel kimlikleri tanımlayan nüansları da görünür kılar. Betimlenen sofranın düzeni ve içeriği, az sonra gerçekleşeceği ima edilen ritüelin niteliğine dair değerli ipuçları barındırır. Ayrıca sofra çevresinde tanrılara adanan kurbanlar, kutsanan milatlar ve toplu yakarışlar, bireyi kontrol altında tutan aidiyet sistemlerinin gücünün günlük yaşamın her anında duyumsanmasını sağlar. Burada Çatuk sisteme bağlılığını ortaya koyan figürlerin varlığını, izleyiciye dolaylı yoldan hissettirir. Figürlerinde olduğundan daha canlı ve zengin bir renk paletiyle resmettiği bu ölü doğa kompozisyonlarında figürler adeta yaratıcı-tanrılarına adak olarak bu sofrayı kurmuş ve geri çekilmişlerdir. Oysa yaratıcı-tanrı konumundaki sanatçı artık yarattığı bireylerin arasında, kadrajın dışında onlarla birliktedir ve kompozisyona onlarla aynı açıdan bakmaktadır. Buradan anlarız ki, sanatçının kendisi de yoğun eleştirilere maruz bıraktığı toplumun bir ferdi olduğunun ve benzer bir kabullenmişlik haline yer yer teslim olabildiğinin bilincindedir. Çatuk’un bu açıksözlü ve içtenlikli tavrı, resimlerinin en can alıcı yönünü oluşturur.
İpek Yeğinsü, Aralık 2018
Sefa Çatuk’un sanatının çıkış noktası, kendi seçimi olmayan zorunlulukların boyunduruğundaki birey ve onun çevresinde gelişen toplumsal ritüellerin ürettiği anlamlardır. Bu zorunluluklar, kaynağını bireyin doğduğu anla birlikte kendini içinde bulduğu toplumun kültürel ve ahlaki kodlarından alır. Bu kodları sorgulamaksızın kabullenen, özgürleşmeyle gelen dışlanmanın ve cezalandırılmanın bedelini ödemekten kaçınan bireyin kendini içine hapsettiği aidiyetler yumağı, aynı zamanda toplumlar arasında kuşaklardır süregelen kronik çatışmaların temelini oluşturur. Mitler, gelenekler ve inanç sistemlerinin yerel amalgamları arasındaki küçücük farkların kitleleri birbirine düşman eden unsurlara dönüşebilmesi,
Çatuk için en rahatsız edici olgulardan biridir ve sanatçının kendi içsel ikilemlerini de içine alan çok yönlü bir sorgulama
sürecine adım atmasını gerektirir.
Bu itkiyle harekete geçen Çatuk’un estetik ve stilistik tercihleri, insanlığın ortak bilincinde yer etmiş ikonografik sistemlerin güncel ve hicivli bir yaklaşımla tuval üzerinde yeniden yorumlandığı; sanat tarihinin belli başlı geleneklerine açıkça selam verse de tek kural koyucusunun, hatta tanrısının sanatçının kendisi olduğu özgün ve öznel bir alegoriler evreni olarak belirir. Sahip oldukları ortak deformasyondan ötürü sanatçının yarattığı kapalı toplumun birbirinden farksız, kişiliksiz fertlerine dönüşen, yaş ve cinsiyet gibi özellikleri muğlak bırakılan portrelerin her biri aynı donuk, gergin ve yargılayıcı ifadeyi taşır. İçinde bulundukları eylemleri, hatta dedikoduyu bile bilinçsizce, otomatikleşmiş şekilde gerçekleştirir bir halleri vardır. Nefes alamayan, sıkışık kompozisyonların içinde hep aynı renk paletiyle, sarımsı bir filtrenin ardından resmedilmiş olmaları, kökleşmiş ve homojenleşmeyi destekleyen sosyal bir yapının içinde oldukları duygusunu daha da güçlendirir. Bu palette devrim, yenilik, fikir ayrılığı gibi kavramları çağrıştıran sert kontrastlara yer yoktur; tüm renk ve tonlar birbiriyle yakın akraba, hatta rahatsız edici derecede uyumludur. Ne ilginçtir ki, içine hapsoldukları bu kısıtlayıcı düzenin devamını sağlayanlar da aslında yine bu figürlerin kendileridir. Kanıksadıkları ödül-ceza sisteminin yaptırım gücünü, yine onların itaatkar ve kraldan fazla kralcı tutumları ayakta tutar. Toplum baskısı, ondan uzaklaşması beklenirken zaman içinde ona şizofrenik bir hayranlık beslemeye başlayan bireylerin sadakati üzerinden kendini gerçekleştiren bir kehanete, bir kısırdöngüye evrilir. Böylece birey, mutsuzluklarının kaynağını bizzat kendinin ayakta tuttuğu farkındalığından giderek daha da uzaklaşır. Bu döngünün görselleştiği sahnenin içinde yolumuzu ararken, Çatuk’un yaratıcı-tanrı konumunun varlığını, kadraja beklenmedik yerlerden giriş yapan eller ve figürlerden bazılarının adeta doğrudan sanatçıya baktıkları izlenimi uyandıran bakışları sayesinde hatırlarız.
Çatuk’un figürleri kadar önemli bir diğer alegori evreni, sofralarıdır. Sofrayla bağlantılı ritüeller, aile içi ve toplumsal hiyerarşik yapıları olduğu kadar kültürel kimlikleri tanımlayan nüansları da görünür kılar. Betimlenen sofranın düzeni ve içeriği, az sonra gerçekleşeceği ima edilen ritüelin niteliğine dair değerli ipuçları barındırır. Ayrıca sofra çevresinde tanrılara adanan kurbanlar, kutsanan milatlar ve toplu yakarışlar, bireyi kontrol altında tutan aidiyet sistemlerinin gücünün günlük yaşamın her anında duyumsanmasını sağlar. Burada Çatuk sisteme bağlılığını ortaya koyan figürlerin varlığını, izleyiciye dolaylı yoldan hissettirir. Figürlerinde olduğundan daha canlı ve zengin bir renk paletiyle resmettiği bu ölü doğa kompozisyonlarında figürler adeta yaratıcı-tanrılarına adak olarak bu sofrayı kurmuş ve geri çekilmişlerdir. Oysa yaratıcı-tanrı konumundaki sanatçı artık yarattığı bireylerin arasında, kadrajın dışında onlarla birliktedir ve kompozisyona onlarla aynı açıdan bakmaktadır. Buradan anlarız ki, sanatçının kendisi de yoğun eleştirilere maruz bıraktığı toplumun bir ferdi olduğunun ve benzer bir kabullenmişlik haline yer yer teslim olabildiğinin bilincindedir. Çatuk’un bu açıksözlü ve içtenlikli tavrı, resimlerinin en can alıcı yönünü oluşturur.
İpek Yeğinsü, Aralık 2018